Çeşitli Söyleşilerden

 

“Yeniler” grubunu kuran bizler resim sanatının toplumumuzun manevi kalkınmasında yararlı olacağına inanan kişilerdik. Ve Batılı anlamda yağlıboya resim sanatının önemini kavramıştık. Fatih Sultan Mehmet yağlıboya resmin önemini biliyordu ve kendi çağında portresini Batılı ressamlara yaptırarak bu önemi vurgulamıştır. İkinci Mahmut da halife olarak resim sanatının günah sayılmaması gerektiğine inanıyordu. Bunun için de kendi portrelerini bizzat devlet dairelerine astırmıştı. Halifenin günah saymadığı bu sanatı ne yazık ki bazı çevreler adeta yasaklamıştı. Toplumumuz uzun süre gerçeği ve yaşamı kuşatacak, ona bir anlam kazandıracak bu çok önemli yaşam gerecinden yoksun kaldı. Bizlerin Akademi’de öğrenci olduğu o yıllarda, resim sanatı Akademi’nin bahçe kapısından dışarı çıkmıyordu. Bu gerçeği her gün yaşıyorduk. Akademi dışında nereye giderseniz gidin resim sanatının adı bile geçmiyordu. Akademi’de öğreneceğim, ressam olacağım dediğimde beni zavallı bir kaçık olarak görüyorlardı. Ama, Akademi’nin kapısından içeri girince rahatlıyor, sevinç duyuyorduk. Oysa Akademi kendimizi içine hapsettiğimiz bir yerdi. Biz, bu mahpusta ressamcılık oynuyorduk. Dışarıda ise bu oyun hiç sökmüyordu. İşte, “Yeniler” grubunun kurulmasına neden olan ortam buydu. Ressamlığın toplumun yararına bir meslek olduğunu, resim sanatının toplumun ufkunu genişleteceğini, giderek şöyle durup da resim seyretmenin çok keyif duyulacak bir yaşam gereksinimi olduğunu anlatmaya çalıştık. Biz böyle düşünüyorduk. Kendi macerasını yaşayan halkımız, bizi anlamaya dinlemeye mecbur mu? Resim sanatını Akademi’nin bahçesinden dışarıya taşıyıp, halkın yaşamına götürebilsek ne olurdu?

Eskiden çok ilginç bir örneği Hoca Ali Rıza uygulamıştı. Üsküdar’da bir kahvede resimlerini duvara asarak halka sunmuştu ve bunu hep sürdürmüştü. Biz de böyle mi yapmalıydık? Ama, Hoca Ali Rıza’dan farklı olarak konularımızı hep halk yaşamından almalıydık. Halka açık bir tutumla İstanbul’u anlatmanın çok yerinde olacağı konusunda arkadaşlarla görüş birliğine varmıştık. İçinde yaşadığımız şehirde yaptığımız gözlemleri resimlerimizde yansıtmak istiyorduk. Dolayısıyla bir köy teması ya da içinde yaşamadığımız, gerçeklerini bilmediğimiz bir başka tema olamazdı. Çünkü hepimiz İstanbul çocuğuyduk. İstanbul’u anlatacaktık. İstanbul’un en çarpıcı özelliği, ilk akla gelen yanı liman şehri olmasıydı. İşte Mümtaz Yener’in “Fırın”ı, Selim Turan’ın “Balık Mezadı”, Turgut Atalay’ın “Ağ Çeken Balıkçılar”ı, Avni Arbaş’ın “Son Kadeh”i (şarap içilen bir halk meyhanesi), Kemal Sönmezler’in “Köprüaltı Çocuklar”ı, benim “Yolculuk Var Türküsü”, Fethi Karakaş’ın “Halk Pazarı”, Agop Arad’ın “Genelev Kadını” ve diğer resimler hep liman şehri İstanbul’dan, halkın yaşamından manzaralardı. Böylece ilk sergimizin konusu “Liman Şehri İstanbul” olarak belirlendi.

Sergi açılış kurdelemiz Ferman Reis’in balık ağından bir parçaydı. Adımız “Yeniler” grubu, resimlerimiz ise toplumsal gerçekçi. Bizden önceki kuşaklardan ve gruplardan ayrıldık. Onların hiçbiri resim sanatını bizler gibi halka ulaştırmayı düşünmüş bile değillerdi.

Namık İsmail’in kurduğu kütüphaneden Moskova’daki çağdaş resmi tanıyorduk, Malevich’i, Lissitsky’i ve Sovyet toplumcu gerçekçilerin resimlerini görmüştük.

Toplumsal gerçekçi resim nedir? Bizim amacımız öncelikle resmin seyircisini oluşturmaktı. Resim öyle bir halde ki bizim toplumumuzda olmasıyla olmamasının bir farkı yok. Her toplum biçime, renge karşı açıktır. Ama, bizim toplumumuzda resme karşı içimizde oluşması gereken ilgi dumura uğratılmış. Bu nedenle biz halkımızı bu yasaktan kurtarmaya, resmi sevdirmeye mecburduk. Daha sonra yağlıboya resmin gerçeği anlatmadaki gücünden yararlanabilirdik. Hıristiyanlar bu güçten yaralanmıştı. Osman Hamdi bu işe başlarken, halkı aydınlatmak için pentürden başka şansımızın olmadığının farkındaydı.

Resimlerimizde toplumsal eleştiriler vardı. Ancak, kendi aramızda şunu düşünmeye başladık; politik gerçekçi resimleri faşistler de yapıyordu. Bu resimlerde eleştiri yoktu. Hitler’in yaptırdığı resimler uzaktan uzağa bazı Sovyet resimlerine benziyordu. Rejimin güzelliklerini anlatan, düzenin kuklası resimler. O sıralarda Almanya’da soyut resimlere karşı müthiş bir saldırı vardı. Bizim bunlardan farkımız olmalıydı. Yine de yağlıboya resmin Türk devrimini anlatmada çok güçlü bir araç olduğunu düşünüyorduk. Ama hiçbir zaman sıradan gerçekçiliğe düşmedik.

Şimdi düşünüyorum o günlerde bizler şu dokuz on kişilik grup resimde en çetin yolu büyük bir isabetle seçmiştik, diyorum. Çünkü gerçek mutluluk, kişinin yaptığı işe inanması ona saygı duyması, nice çetin olursa olsun yılmadan ona sarılması, onunla hiç ayrılmadan yaşayabilmesine bağlıdır. Ama o günlerin koşulları içinde bu yolu seçmek için (birçoklarına göre) kişinin deli olması gerekirdi. “d Grubu”na ve Burhan Toprak’a göre Yeniler hareketi çok yanlış ve hatalı idi. d Grubu ve Burhan Toprak hemen her fırsatta akıllı, uslu olmamızı d Grubuna katılmamızı öğütlerdi. “Kabul etmezsek resim yapabilmek bir yana yaşayabilmeniz imkansızlaşacak” derlerdi. Bu tehditleri onlar savururken Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Hamdi Tanpınar ve daha başkaları bizim toplumsal gerçekçi resim anlayışına yönelmemizi doğru bulmuş, hareketimizi savunmuşlardı. Gerçek birer entelektüel olan bu değerli hocalar, bu toplumun yüz akı güzide insanlar, o devirde o ortamda çok şükür vardı. Eğer İstanbul Üniversitesi’nin birçok değerli hocalarını tanıyamamış olsaydık bizim toplumsal gerçekçi resim anlayışımız oldukça yüzeysel, köksüz olarak toprağa batırılmış çubuk gibi kalacaktı. Bizim için toplumsal gerçekçi resim, çok çekici, heyecan verici, çalışmaya kışkırtıcı bir sanat anlayışı idi. O resimleri yaparken görevini yapabilmiş insanın duyacağı, huzura kavuşuyorduk. Çünkü toplum yaşayışının içine girdiğimizi görüyorduk. Her yöreden ilgi çok büyüktü.

Benim tutuklanmam, uzun süren soruşturmalar ve askeri mahkemede yargılanmamdan sonra gruptan ayrı kalmıştım. “d Grubu” ve benzerlerine rağmen, Yeniler grubunu yeniden bir araya getiren ve sergiler açmaya teşvik eden Ferruh Başağa oldu. Aslında Ferruh Başağa Yeniler’in ilk sergisine de katılacaktı. Son anda Selim’in, Abidin Dino’yu gruba katması Ferruh Başağa’yı, (kadın hikayeci Sevim Burak’ın dayısı) Topal Selahattin’i, heykeltıraş Hüseyin Anka’yı, daha birkaç arkadaşı gruptan uzaklaştırmıştı. Ferruh Başağa’nın dağılan Yeniler grubunu yeniden toparlayabilmesi sonunda İsmail Hakkı Oygar’ın açtığı galeride bir de sergi açtırabilmesi, 1946’da ikinci kez Yenileri yaşama kavuşturdu. Ondan sonra Yenilerin daha birçok sergisi açıldı. Gruba yeni katılanlar ve ayrılanlar oldu.

Savaş sonrasında yurt dışında resim çalışmalarını sürdürme isteği ve heyecanı birçok arkadaşımızı sarmıştı. Yeniler grubundan bu hevesi ilk gerçekleştiren Avni Arbaş oldu. Karısıyla birlikte Fransa’ya Paris’e göç etti. Daha sonraları birçokları için Paris vazgeçilmez bir şehir oldu. Elbette ki haklı idiler. Amacımız Batılı anlamda yağlıboya ile resim (peinture) ise, Batıya gidip orada, çıkış yerinde onu görmek, her hususta bilgilenebilmek için en doğru yoldu. Ayrıca Yeniler grubundan ve grupla aynı sanat anlayışını paylaşanlar için, yani toplumsal gerçekçi sanata inananlar için Türkiye’de adeta hastalık halini almış solculuk suçtur yakıştırmalarından tümü ile kurtulmanın yolu Batıya gitmekti. Ben tutuklanıp, yargılandığım için pasaporta ebediyen veda ettirilmiştim. Bu nedenle Fransızların altı aylık bursundan yararlanamadım.

 

Nuri İyem