“Tartışma”

Nuri İyem, Tahsin Yücel, Enis Batur, Osman Senemoğlu, Adnan Benk

Eleştiri, Mayıs 1982 (Nuri İyem, Tahsin Yücel, Enis Batur, Osman Senemoğlu, Adnan Benk)

 

Tahsin Yücel: Melih Cevdet “Önce bir ses bulurum, şiir ondan sonra gelir” diyor. Siz önce neyi bulursunuz? Yapılmamış resmin, örneğin neresini görürsünüz?

Nuri İyem: İnsan resim yapmak ihtiyacını duyduğu zaman hep kendi kesesinden harcayamaz. Mutlaka dış dünyaya bakması gerek. Örneğin ben geziler yapıyorum, bana esin kaynağı olsun diye. Ama bir yere gittiğimde, bir fotoğraf sanatçısı gibi de davranmıyorum. Gezerken küçük notlar alıyorum, daha çok da seyrediyorum. Bir kez Avanos’ta bütün bir günü geçirdim, hem çömlekçilerle konuştum, hem çevreyi seyrettim. Oradan ayrıldıktan yaklaşık altı ay sonra o işin havasına girdim ve oradan, buna ses diyemeyeceğim, ama bir şeyler gelmeye başladı bana. Oranın gerçek birer anlatılışı değildi bunlar, oranın bana verdikleriydi. Daha başka bir örnekle anlatayım. Diyelim ilkbaharda kıra gezmeye çıkıyorum. Bu gezintiyi anlatacak çok kolay motifler bulabilir insan, örneğin bir çiçek açmış ağaç, vb. Ama, ben daha çok o gezinti gününün sonunda bende uyananları bulmaya çabalarım, eğer bana bir şey vermişse o bahar gezintisi. Ama içim elverişli değilse, ben o bahar gezintisine kasvetli bir havayla girmiş çıkmışsam, hiç bir şey de almayabilirim. (…)

Adnan Benk: Kadın başlarına, bu başlarda da özellikle gözlere çok büyük bir ağırlık verdiğini söylemiştim. Bu konuda bir açıklaman var mı?

Nuri İyem: Belki şuradan başlasak daha doğru olur. Gerçi hayat hikayesi falan değil ama, benim hayatımda bir kadının çok büyük rolü var. O kadın annem değil, ablam. Annem yaşlı bir kadındı. Son çocuğuydum ben. Ablam bana baktı. O kadar ki, ben annemi pek sevmezdim açıkçası. Ama ablama bayılırdım. Beni dayaktan, her türlü fırtınadan korurdu. Evde bir şey kırdım diyelim, ablam koşar gelir dayaktan kaçırırdı beni. Korkunç şekilde seviyordum onu, her zaman onun peşindeydim. Örneğin Cizre’de tropikal sıtmaya tutuldum. Gün aşırı gelirdi nöbet. Anne diye bağırmazdım, abla diye bağırırdım. O nöbet sırasında beni kucağına alırdı. Uyandığım zaman bir bakardım, gözleri üstümde. […] On dokuz yaşında evlendi, ilk çocuğunu doğururken de öldü. Ve bir suçluluk duygusu var bende şimdi. Sanki ben ablamı kurtarabilirdim. Buna benzer tuhaf şeyler yaşadım ben. Resimle uğraşmaya başladığım zaman hep bir kadın vardı. İlk zamanlar çok kötü şeyler yapıyordum. Giderek bu kadın portresi gelişti bende. Sonunda, senin üzerinde durduğun “göz” benim tablolarıma giriş için bir anahtar olmaya başladı. Asıl çıkış noktası bu. Ama bu demek değildir ki ben başka konularla uğraşmadım. Hemen her konuya değindim. Bir örnek vereyim; bundan birkaç ay önce bir kağıt geldi bana Kültür Bakanlığı’ndan. Yüzden fazla ressama yollamışlar, bana da yollamışlar. Devrimler, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’na ilişkin bir resim istiyorlar. On kişiyi birinci seçeceklermiş. Her birine de yüz elli bin lira para veriyorlar. Biraz duraksadım, sonra, kendi resim anlayışıma bağlı kalarak ben bu işe girerim, dedim. Bu resme ben, diğerlerinin tam tersine, kendi açımdan girdim ve sanıyordum ki anlaşılmayacağım ve kaybedeceğim. Genelde ressamların çoğu Atatürk’ü ön plana aldılar, onun etrafında topladılar her şeyi. Ana tema oydu. Ben köy odasını aldım. Tablonun adı da “Dededen Toruna Ata Türküleri”. Adamın elinde saz var, iki torununa türkü söylüyor. Devrime, Atatürk’e ait ne varsa hepsi duvarlarda birer poster halinde. Bu beğenildi de. Başka konular da yaptım yani. Bir de peyzajlar var. Ama çoğunlukla, ilk günlerden bugüne hep portre ve genellikle kadın. Özellikle de gözleri. Ne anlama gelir, ne söyler bu gözler? Her insan, bir tablo karşısında kendine göre bir takım anlamlar çıkarır. Bütün insanları aynı noktada toplamaya olanak yok. Her yapıt bir gerçeği başka türlü anlatır ve seyirci de onu başka türlü anlar. (…)

Nuri İyem: Şimdi elime bir kağıt kalem alsam, bir şeyi çizerken bir yandan da yargılarım. Bu bende alışkanlık. Bunun dışına çıkamam. Hamit Alacalıoğlu, Panayot Abacı ile birlikte olduğum dönemlerden kalma bir soyut resmim var. Onların orkestra provalarına giderdim, sonra konsere giderdim. Ondan sonra soyut olarak bir orkestra yaptım. Ama çok statik, tam bir mimari yapı gibi oturuyor. Her resimde biçim sorununu öne alıyorum. Yalnız hiçbir zaman biçimsel ilişkilerden yola çıkarak bir resmi bitirmedim. Mutlaka bir içeriği vardır. Bu orkestra çalışmasını ben gittim, gördüm. Ama soyut bir resim çıktı ortaya. Bu konuya ilişkin birçok resim yaptım, sonra bu düzenleme çiçek resimlerine kadar gitti. Demek ki, ben buradan bir şey çıkarmışım. Ama çiçek yaptığım zaman ve orkestra yaptığım zaman ayrı ayrı iki resim çıkıyor ortaya. Düzenleme kaygısı, renkleri karşılıklı koyma, bütün o ilişkileri yöneten ses bende ağır basıyor. Ben hiçbir zaman bir orkestrayı çizmedim; orada duyduklarımı koyuyorum. Konuşmaya başlarken, ilkbahar günü gezintiye çıktım, diyordum, hatta çok karamsarsam o gezintiden bir şey alamam da dedim. Ama o gezinti bana bir sevinç vermişse, döndüğümde o duyguyu vermeye çalışırım. O ilkbahar panosu değildir, ama orada bir iki motif de vardır ilkbaharı simgeleyen.

Adnan Benk: İlk başta bu orkestrayı kurgu düzeninde yaptın…

Nuri İyem: Bir tabloyu çizerken, bir kurgu bir biçimsellik mutlaka vardır. Bundan vazgeçemem. Bütün o kuralları falan kabul etmediğimi söyleyebilirim. Kitaplara geçmiş bir takım resim kuralları vardır. Örneğin, tablonun sağı daima solundan ağır basar. Tiyatroda da, perde açılınca seyirci sol üst köşeden başlar bakmaya. Sağ ağır basar. O yüzden endişe hep solda. Bilinenlere karşı gene de en önemli öğeyi sağa koyuyorum, bilerek, isteyerek. Soldakiler ancak bunu dengeleyecek kadardır. Bütün ağırlığı sağa oturtuyorum. Ama şimdi şükrediyorum; diyorsun ki, burada her şey durmuş oturmuş, kapalı bir kompozisyon, burada aksayan bir şey yok. Kitaptaki kurallara boş veriyorum, karşı çıkıyorum. Bellenmiş biçimlerle gitmiyorum. Bir takım kurallar buluyorum, bu olabilir, diyorum. Altı üstünden daima ağırdır. Birçok kez o ağır denen yere ben daha da ağırlık koyarak, gene de tabloda bir denge kurabildim. Sanılmasın ki kitaplarda birtakım kurallar bulup onların içinde yuvarlanıp duruyorum, biçimsel kolaylıklarla her şeyin üstesinden gelebileceğimi sanıyorum. (…)

Adnan Benk: Bu kurgu tasası, bu ressamın imzası, kişiliği. Beethoven’in en karmaşık dörtlülerini dinlesen, incelesen, üç, dört temel akora dayanır hepsi. Hep aynı şeyi söylüyor, ama her defasında değişik bir şey çıkıyor. Şimdi madem kurguda anlaşıyoruz, bunu biraz daha açar mısın? Sen bunu bilinçsiz yapmıyorsun: Ağırlığı şuradan şuraya kaydırdım, diyorsun. Nedir tasan? Yani neyi ararsın? Nasıl düşünürsün? Dikdörtgenlerle mi, çizgilerle mi düşünürsün? Örneğin o beş kadın düzenlemesi…

Nuri İyem: Bazen bir süzgeçten geçirerek o zamana dek yapmadığım bir şeyi de yapmaya kalkışırım. Nedir o? Bir portreme baklava biçimlerinden kalkarak başladım. O benim bir fantezimdir. Böyle bir yöntemle anlatacağım, üstelik de o kadının yüzündeki korkuyu, acıyı aktaracağım. Başlangıçta baklava biçiminde çizgilerden yola çıktım, o çizgileri dokuya dokuya tabloyu bitirdim. Artık o çizgiler varla yok arasındadır. Adnan Benk: Her resim için böyle bir hareket noktası mı var? Nuri İyem: Hayır. “Çaresiz” adlı bir tablom var. Bir kadını, bir çapayla bir tarlanın ortasına koysan, ne yapabilir bu kadın? Çaresizdir. Çizerken iyi beslenmemiş bir insan olduğunu da vurguladım. Çelimsiz. Düzenlemedeki hareketlere ve dengelere bağlı kaldım. Bu kuralı yıkacağım derseniz başarısız olursunuz. Bir arkadaşım bu hareket kavramını koşan adamlarla anlatmaya çalışıyor. Demin Enis Batur, sahne durmuş, dedi. Fizik hareketi taklit etmeye kalkışmak resim sanatına ters düşen bir tutum. Belki sinemaya gider. Hatta, fotoğrafta enstantane ile oynayarak bir şey yapılır. Benim anlayışıma göre resim, hareket kavramını dile getiren bir şey değildir. Rembrandt’ın beresiyle kafasının konumundan çıkar hareket kavramı. Şimdi, burada “Çaresiz”e bakarken bana özgü bir şeyler çıkıyor ortaya. Bazı bildiklerimi de koyuyorum, bunlardan da kaçmıyorum. (…)

Adnan Benk: Şimdi bu denge kavramı bugünkü resimde ne denli geçerli? Yani sen bugünün ressamı mısın?

Nuri İyem: Bugünün ressamı denince birçok kavga girer araya. Ben kimi çıkışlarıma bakıyorum, hafif müzikteki çıkışlar gibi; bir topluluk çıkıyor, birkaç yıl sonra yok oluyor. Çok kısa ömürlü ve bir kişiye özgü bir şey gibi çıkıyor, ondan sonra sönüyor. Resim olarak fazla bir değer taşıyıp taşımadığına ben karar veremem, ama zaman daha şimdiden aşındırıyor onları. O bakımdan ben bugünün ressamı olmaya çalışırım, ama elimden geldiğince kimseye benzememeye de çalışırım. Yepyeni bir şey getirmedim ve günümüzdeki akımların içindeyim diye bir şey söyleyemem. Bu akımların dışında kalıyorsam vız gelir bana. Bir dönemde soyut resim yaptım, ama bu bende bir gereksinmeydi, bu dili öğrenmek istiyordum. Yoksa moda resmi diye yapmadım.

Adnan Benk: Peki, şimdi bu anımsatıcı resimleri yaparken o soyut deneyimlerinden yararlanıyor musun? Soyuttan geçmiş bir adamın anımsatıcı yapması başka, geçmemiş bir adamın başka.

Nuri İyem: Açık söyleyeyim, müzik gibi düşündüm; acaba müzik gibi yalnızca biçim ve renklerle bir resim kurulamaz mı? Ve doyurucu olmaz mı? Ama bir yer geliyor, insan kendi sermayesinden yemek zorunda olduğu için tıkanıp kalıyor. Yaptığınız aynı şeyleri değiştirmek için suni bir çaba harcıyorsunuz. O zaman anladım ki konu yalnız seyirci için değil, ressam için de gereklidir. Sadece biçim ve renklerle konuşmaya kalktığınızda bu sınırlı bir şey oluyor. Hatta deneyi de aşmayan bir şey oluyor. Yalnız şu da var; kırmızının etkisiyle mavinin etkisi aynı değil, sarınınki daha başka, bir üçgenle bir kare ayrı etkiler yapıyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Bir karenin içine bir daire çizersek, o daire o karenin içinde sorun çıkarmadan, statik biçimde durur. Ama o kare içinde bu daireyi sağa ya da sola getirdiğimizde, o karenin dört elemanı ve bu yuvarlak son derece hareketli bir görünüm oluşturabilir. Ama bunun içeriği nedir? Renkle çok zordur bu. (…)

Adnan Benk: Demek ki, şimdi temel sorunlardan birine geliyoruz. Senin bir konun, bir içeriğin var.

Nuri İyem: Kesin söyleyeyim, kendimi anlatıyorum. Sürekli olarak kendimi anlatıyorum. Burada ortaya çıkan sonuçlar, benim. Benim dünyamdır, bana ait duygulardır. O duyguların getirebileceği düşüncelerdir.

Adnan Benk: Niye hep bu kadın biçimini seçiyorsun? Ben bu kadınların köylü olduklarına kesinlikle inanmıyorum.

Nuri İyem: Bazıları çırılçıplak köylüdür. (…)

Adnan Benk: Bize öyle bir köylü görünümü veriyorsun ki, bu görünümde köylülük resme eklenti. Bendeki etki bu. Çünkü onu kaldırdığım zaman resim yine o resim. Bir örnek vereceğim; o Urfa’lı kadınlar resminde, o binaları kaldırıp yerlerine modern binalar koysan, o iki kadını da kentli kızlar gibi yapsan, resimde ne değişir, onu bana söyler misin?

Nuri İyem: Sen bunları söylerken, Renoir’ın kadınlarından bahsetmiştik ya. Bir de onun erkek portreleri vardır. Bilinen tiplerdir; örneğin Frederic Bazille’in portresi. Ama daha resme bakarken Renoir deriz. Frederic Bazille demeyiz. Ben de bunlar Nuri İyem’dir diyorum, yoksa ben ne Urfalıyı, ne Mardinliyi anlatmak sevdasındayım. Sen demin “neden bunlarda yırtık pırtık yok” dedin. Benim temel düşüncem şu: Kadına çok insafsızca davranıyoruz. Kadını gerçekten sömürüyoruz. Şehirde, köyde, her yerde

Adnan Benk: Erkekler sömürülmüyor mu sanki…

Nuri İyem: Bana göre böyle, neyse… Şimdi bu da bir şey, bunu koyuyorum. Yani pek neşeli insanlar değildir bunlar. Bir acı, bir burukluk vardır bunlarda. Mesela “Tükenmeyen Çileni Anlatabilmek Senin” bir tablonun adı. Bu kadarını anlatabilirim, daha fazlasına girmem, çünkü ben kendi tutkumun damgasını vururum. Ben başka bir maksatla resim yapmıyorum. Bir zamanlar eğer ben resimden vazgeçseydim, gider bir partiye falan girerdim. Resimlerle ben bunların ne hayatını değiştirebilirim, ne onlara bir yardımım olur, bunu söylüyorum.

Enis Batur: İçeriğin haricinde başka bir bildiriniz yok o halde değil mi?

Nuri İyem: Mesela “Çaresiz” diyorum, bir köylü çaresizliğini söylüyorum, ama bunda daha çok ben varım, benim resmimdir bu.

Enis Batur: Sınıfsal konumunun ayrıca bir yeri var mı?

Nuri İyem: Koymuyorum öyle, o meselelere girersem çorbaya döner zaten. Ben o iktidarda bir ressam değilim, yapamam.

Enis Batur: Yani kentli bir kadının da çaresizliğini anlatabilirdiniz.

Nuri İyem: Orada var nitekim bir tane, anlattım da. Ama benim asıl amacım onun çaresizliğini anlatmak değil. Yok öyle bir şey, koyamam da; nasıl yapayım? Belki filanca ressam yapar, “yırtık pırtık elbiselidirler, şöyledirler, böyledirler” der. Ben öyle resim yapamam.

Adnan Benk: Ben zaten onun için söylüyorum. O tasa hiç yok sende.

Nuri İyem: Yapamam ki! O tür sanatçı değilim ben, giremem o meseleye. Benim kendi meselem var, açmazım var, ben onu koyuyorum ortaya.

Adnan Benk: Yani bu resimlerden bize iletmek istediğin, bunların Nuri İyem oldukları, öyle mi?

Nuri İyem: Ne kalıyor geriye? (…)

Nuri İyem: Toplum gerçeğini yansıtacak olsam örneğin ben resim yapmaz fotoğrafçılık yapardım. Gider Ara Güler gibi bir sürü şeyler çekerdim. Ben hiçbir zaman böyle bir şey amaçlamadım. Ama ben toplumsal gerçekçi resme de uzak değilim. Olay şu benim için: Seyircisiz tiyatro olabilir mi? Olamaz. Ben de diyorum ki seyircisiz resim olmaz. Ama Türkiye’de resim olayı sürüyor. Nasıl sürüyor? Devlet himayesinde sürüyor. Ressamların yüzde doksan dokuzu önce devlet memurudur, sonra, devlet memurluğundan arta kalan zaman parçacıkları içinde, cumartesi pazar günleri amatör olarak resim yaparlar. Beni bağışlasınlar öğretmenler, akademilerdekiler de dahil, bu ressamlık değil. Sürekli olarak ressamlık yaparsan, hayatta geçerli, tutarlı bir meslek olduğunu kanıtlarsan ressamlığın, o meslekte ayakta durursan, seyircin olursa, alıcın, satıcın olursa, o zaman o sanat var demektir. Türkiye’de biz, her şeyden önce bunu yaratmakla yükümlüyüz. Seyirciden koparak kendi başımıza bir şey yapamayız. İşte ben o soyut resme kadar geldim. Kim anlıyor? Kimin umurunda? Bunlar sönmeye mahkum işler. Ancak Türk seyircisiyle birlikte, bir Türk halkına anlatabildiğimiz oranda, onu bir seviyeye getirebildiğimiz oranda sanatımız bir yere oturur. Onlardan koparak bir şeyler yapabileceğime inanmıyorum. Çünkü o zaman yalnızlığı ile baş başa kalır insan. Satılmasını falan kastetmiyorum. Ben seyirciyi severim, isterim. Resmim üstünde konuşsunlar isterim. Evine assın isterim. Gelsin benden zorla alsın, isterim. Bunu da kazandım gerçekten. Bir ömür harcadım, ama kazandım. Ben bulunduğum yeri böyle anlatabilirim.

Adnan Benk: Sen seyircinle koşullandığını söylüyorsun yani.

Nuri İyem: Evet, başka türlü düşünemem. Okuru hiç olmayan bir roman türü… Belki ileride bir şansla o yapıt anlaşılır. Olabilir belki. Ama genel olarak, hele Türkiye’de resim olayı için, seyirciyi yaratmadan adım atamayız biz. Yıllarca bunu düşünmedik. Hep devlet baba besledi bizi, resimlerimizi yaptık, amatör olarak kendi resimlerimizi seyrettik, kapadık sergiyi, geldik oturduk.

Adnan Benk: Peki ama, bir tarihte de hep böyle olmamış mıdır? Fransa’da çok mu seyirci vardı sanki Manet’lerin zamanında?

Nuri İyem: Bir şey söyleyeyim mi? Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki bu anormallik yoktur. Hiçbir yerde ressam, ressamlığın dışında şeylerle zamanını öldürmez. Adam bankacı, bankacılığı bir kenara bırakıyor, ölümü göze alıyor, Paris’te sürünüyor, bilmem hangi adalara gidiyor, yalnızca ucuz yaşayabilmek için, ama Fransa’yla ilgisini kesmiyor. Yaptığı resimleri boyuna gönderiyor. Eğer tüm zamanınızı resme harcamazsanız, o ressamlıktan hayır gelmez. Bunu yapabilmek için de kendi özgürlüğünüzü kazanmanız gerekir. Yirmi dört saatinizi kendinize verecek bir iş bulmanız gerekir. Ya Cézanne gibi kendi geliriniz, olacak, ya da bir çaresini bulacaksınız. Ortaokul hocası olarak Fransa’da bir şeyler yapabilmiş, bir tane ressam yoktur. Hepsi dönüş yollarını kapar ve girer bu işe, ya boğulur gider, ya da iki yüz, üç yüz kişi arasından sıyrılır. Ben kendi tutumumla kanıtladım ki, seyirci yaratılabilir Türkiye’de. Ama sen tenezzül buyurursan, ben dahiyim, anlayan anlar demezsen, onunla diyalog kurarsan, o senden ne istiyor, sen ona ne söyleyebilirsin, neresinden yakalayabilirsin, nasıl bir anlaşma ortamına girebilirsin, nasıl onu bu tarafa doğru çekebilirsin diye dert edinirsen… Ben resme başlayıp Akademi’ye girerken Nazmi Ziya’ya gittim: “Hoca, bana diyorsun ki, bırak her şeyi gel. Bu resimlerimden ölçeceğin yeteneğimle ben Türkiye’de resim yaparak yaşayabilir miyim?” dedim. Daha ben Akademi’ye girerken amacım buydu. “Gir” dedi, ve “Sana bir müjde vereyim”, dedi, “Akademi hocalığından aldığım paranın çok daha fazlasını resimlerimi satarak alıyorum” dedi. O zaman Nazmi Ziya daha yeniydi. İzlenimciydi. Bir Şeker Ahmet Paşa değildi. Başından beri, Türkiye’de resme kah ilgi duyulmuş, kah duyulmamıştır. Ama bu ilgiyi yürütmeyi düşünmemiş bizim ressamlarımız. “Yürü canım gidelim, istim sonradan gelsin” Osmanlı deyimiyle resim olmaz. Kabul edileceksin, seyirciyi yaratacaksın. Siz niye dergi çıkartıyorsunuz? Karman çorman bir duruma bir son vermek için çıkıyorsunuz. Doğruyla eğriyi nasıl anlatabileceğiz diye çıkıyorsunuz. Bu endişeyi duymazsanız iş kör dövüşüne döner. Ben de bunu söylüyorum; devlet himayesinde ressamlık olmaz. Seyirciyle boğuşacaksın, didişeceksin, ondan bir şeyler alacaksın. Yoksa Türkiye’de resim ortamı doğmaz. Nitekim bu çabalar sonucu böyle bir ortam da doğdu. Ama bu benim himmetimle olmadı. Bir sürü insan devletin gösteremediği yollara tersinden girdi. Önce devlet bazı şeyleri yakalar verir ressama, oradan koleksiyonculara gidilir. Biz tersine koleksiyoncudan başladık. Şimdi Türk resmi ayakları üzerinde durmaya başladı.

Adnan Benk: Türk resmi diye bir şey var mı?

Nuri İyem: Eğer Türk şiiri varsa, eğer Türk romanı varsa, eğer Türk hikayesi varsa iyi kötü Türk resmi de var.

Adnan Benk: Peki Fransız resmi var mı?

Nuri İyem: Fransa’da Paris Ekolü dediğimiz şey var ya, o öyle garip bir şey ki, belki dünya resmine yön veriyor, ama bu ekol içindeki hiçbir ressam kendi ulusallığını bırakmaz. Picasso Picasso’dur sonuna kadar ve İspanyol’dur. Hatta kübizm dediğimiz olaya da İspanya’nın damgasını vurmuştur adeta. Ama Fransa’da, Paris ‘te oluyor işte o. Ne dersek diyelim, Picasso bir tarafıyla da Paris ekolündendir.

Adnan Benk: Ama Poliakoff’a yöneltilen en büyük eleştirilerden biri yaptığı resmin dekoratif olması. Bir de bu ulusal değildir, deniyor. Yani bu ulusalın bir anlamı var mı, yok mu? Ne demektir resimde ulusallık? Sen köylü kadınları çizersen ulusal mı olur?

Nuri İyem: Şöyle bir örnek vereyim: Bizim ressamlarımızın André Lhote’ları falan yeni tanımaya başladıkları zamanda Orosco’lar, Diyagori’ler, Vera’lar Paris’teydiler. Ama kendi ülkelerine döndükleri zaman Fransa’daki akımların oradaki halkın umurunda bile olmadığını gördüler. Köy köy, kahve kahve dolaşarak, birkaç günlüğüne bir köyde misafir edildikleri zaman oranın kahvesine duvar panosu yaparak halkla bir diyalog kurdular. Bütün o modaların fılan dışında bu adamların bir resmi var. Ona biraz da ulusal diyebiliriz. Çünkü tam onlara özgü bir resim. Öyle değil mi?

Adnan Benk: Bana hiç öyle gelmiyor.

Osman Senemoğlu: Uygarlık ayrılığının resmin anlamlandırılmasına, değerlendirilmesine etkisi var mı?

Nuri İyem: Bakın, ben ulusallığa inanıyorum. Neden inanıyorum biliyor musunuz? Örneğin eski dilimizi yeniledik; devrimle birlikte, Türkçe’ye saygı duyarak, yabancı sözcükleri atarak, Türkçe diye bir sorun yarattık. Bana göre bu bir ulusal harekettir. Dilde nasıl yabancı etkileri atıyorsak, elden geldiğince kendi dilimizin olanaklarıyla her türlü fikri, her türlü düşünceyi, bilimi kendi dilimizle yaymaya çalışıyorsak, buna paralel bir resmimiz olmalıdır diyorum ben. İki heykel alayım. Biri Picasso’nun keçi heykeli, biri de Henry Moore’un heykeli. Dört saatte bitirilmiş heykeldir Picasso’nun heykeli. Henry Moore’da ise, hiçbir heykel iki üç yıldan önce çıkmaz. Moore bir formu bitirdikten sonra günlerce gider gelir, eliyle ovalar. Eli bir yerde bir pürüze rastladı mı, orayı törpüler. Bakın, kılı kırk yaran İngiliz soğukkanlılığıyla heykeli dört saatte bitiriveren İspanyol sıcakkanlılığı. İşte bu öyle bir tavır, öyle bir tutum ki, ben buna ulusal diyorum.

Osman Senemoğlu: Demin ulusallıktan söz ederken dilden örnek verdiniz. Az önce de ‘soyutun dilini öğrendim’ dediniz. Anlatmak istediklerinizi iletmekte resim dili ne gibi kolaylıklar sağlıyor?

Nuri İyem: Bakın, yağlıboya ile resim yapma olayını biz Batı’dan almışız. Ama Nurullah Berk ve arkadaşları “d Grubu”, Türkiye’de ancak Levantenler’e yakışır bir tavırla Paris ekolünün temsilcisi olduklarını ilan ettiler ve sergi açtılar. Bunu benim aklım almıyor. Bu adamı sömürge olmaya götürür. Bu düşüncede insana ben sanatçı demem. Ama ben demiyorum ki öyle bir resim yapalım ki, işte Türk resmi budur, densin. Elden geldiğince kendi çevremizden, kendi sorunlarımızdan girelim. Dilde bir örnek var, sapasağlam duruyor. Bugün herkes severek isteyerek kendi dilini arıyor. Benim gibi bir adam bile. Ben 67 yaşındayım, bu sorunun öncüsü falan da değilim. Sonradan katılmışım kervana, ama içimden gelerek, Arapça bir sözcük kullandığım zaman nerden çıkardım bunu, diyorum. İşte bunu yaratabilmek resimde de mümkündür. (…)

Tahsin Yücel: Örneğin Bedri Rahmi’yi alsak, çünkü o Türkiye ile ilgili pek çok resim yaptı. Türk folkloruyla ilgili bazı resimler yaptı. Şimdi bu ulusal olmak için yeter mi?

Nuri İyem: Bakın André Lhote üslubuyla nargile içen adam resmini yapmakla, Nurullah’ın yaptığı gibi, ulusallığa varılmaz. Bedri Rahmi daha akıllıca davranmıştır. Elinden geldiğince Batı’da öğrendiklerini unutmaya çalışmıştır. Ama iliğine kemiğine işlemiş bu etki. Bedri Rahmi, son zamanlarda, grafik yöntemlerle figürü kuşatarak önceden inkar ettiği şeye sokulmaya başladı. Cemal Tollu da ta Hitit’lere kadar tırmanmaya kalkıştı. Ama ne çare ki bütün deformasyonlar ya André Lhote, ya Gromaire, ya Picasso.

Adnan Benk: Peki, Picasso bir ulusal zenci ressamı mı? Picasso Japonlardan esinlendi diye ulusal Japon ressamı mı oldu? Klee de bizim halı motif1erini aldı diye Türk ressamı mı sayılacak?

Nuri İyem: Etkilenmek başka şey… Garip bir şey bu. Nurullah Berk son gezisinde, André Lhote daha ölmemiş, gitmiş bir kere daha ona danışmış. Van Gogh olayı var. Van Gogh Paris’e geliyor, izlenimci resmi kabul etmek için çırpınıyor. Kardeşine yazdığı son şey şu: “Bu resmi kabul etmemek olanaksız. Ama bunlar gibi çizmek, anlatmak benim yapamayacağım şeyler. Bu yüzden nasıl bir yol tutturacağımı bilemiyorum” diyor. Yeni bir ufuk açıyor oysa. Ekspresyonizmi hazırlıyor adam. İşte kişilik sahibi sanatçı bu. Birtakım ressamlar Matisse’e gelirler “Ben resmimle öyle bir duygu getirmek istiyorum ki, işinden dönmüş evine gelmiş adam rahat koltuğunda oturup resmime bakarken o rahatlığına bir rahatlık da ben ekleyeyim” gibi sözler ederler. Matisse’in resim anlayışını bu Alman ressamlar o kadar berbat bir hale sokarlar ki Almanlaştırırlar. (…)

Nuri İyem: Resim olayı önceden de var, ama bizde Cumhuriyet’le hızlanmış, birtakım şeyler halka mal olmuştur. Medeni Kanunu kaldırabilir misiniz? Halkın tuttuğu bir tarafı var onun. Bu tür devrimler Türkiye’de oluşmuş. Türkiye’nin amacı çağdaşlaşmaktır. Ben ulusal resimden söz ederken bunları düşünüyorum. Hangi devrime toplumumuz dört elle sarılmadı! Bu açıdan, resmimizin de bize özgü olması gerekir. Daha kestirme bir dille söyleyeyim: Bir aydın resim sergisine gittiği zaman hiçbir yanını anlayamadığı birtakım resimlerle karşılaşırsa, en azından o sanatçıların kendi inancı doğrultusunda olmadıklarını hissederse, garip duygulara kapılmaz mı? Her insan kendi sanatçısının inançları doğrultusunda olmasını ister. Modern resimi getireceğim Türkiye’ye diyorlar. Peki kime getireceksin? Sen önce Türk halkına resimi öğret. […] Türk halkına resimi öğretmeden buna nasıl girişeceksin, önce onun hayatına resimi sok türlü yollarla, nasıl olursa olsun ara, bul, koy, getir, anlat, yerleştir. Resimi köyde çeşme yoluna koy. Kırk defa gelir gider çeşmeye de resimi görmez bile, sorsan ‘öyle bir şey var mıydı?’ der. Yok, hayatına girmemiş bir kere. Ama türküleri alalım. Beşikten mezara kadar dinliyorlar. O türkülerden yoksun kılabiliyor musun onu? İşte ben bu temellere doğru gidelim diyorum. Devletin yaptığı harcamaları bölge bölge ayırmalı, halka resim okulları açılmalı. Kilim gibi, cicim gibi bir şeylerle başlatın bunu. (…)

Nuri İyem: Bir resmin yüzeyi, bir insan yüzü gibi, tümüyle duyguyu; düşünceyi veren ana tema etrafında birleşerek bir bütünü meydana getirir. Tıpkı bir fosilin kemiğinden kalkarak hayvanın boyunu, ağırlığını bulmaları gibi. Resmin kenarından bir parça alırsanız, o ressam eğer işçiliği çok seven, dokuya çok büyük düşkünlüğü olan biriyse, o küçücük parça aşağı yukarı resmin bütünü hakkında bir fikir verebilir. Doku bana göre gerçekten çok önemli bir şey. [Yves] Klein bir mavi sürmüş; ama kim bilir nasıl bir mavi araştırdı? Kaç türlü maviyi bir araya getirdi ve sonra nasıl icra etti onu? Rastgele bir icra değildir bu.

Adnan Benk: Özelliği orada. Yani onun hiç bir dokusu yok. İçinde hiçbir doku olmayan bir resim. Ama, bunu bırakalım isterseniz şimdi de, şu yarıda kalan ulusal resim sorununa dönelim. Ulusal resim tanımlanamıyor anlaşılan.

Nuri İyem: Övünmek gibi olmasın ama bazı olaylar oldu. Bir İngiliz geldi benden resim aldı. Neden benden resim alıyorsunuz? dedim. […] ‘Birçok resim gördüm’ dedi, ‘bunların hemen hemen hiçbiri Türkiye’ye ait bir şey koymamış’. ‘Ben de koymuyorum’ dedim, ‘ben de Batılı anlamda resim yapıyorum’. ‘Yok, yok, ben şu figürü başka yerde bulamam’ dedi, ‘Ben İtalya’da resim alırken, bunları aradım’ dedi. Afro’yu almış mesela, Afro soyut resim yapıyor: ‘Tam bir İtalyan ressamı’ diyor. Benim ulusal resimden kastettiğim şey bu.

Tahsin Yücel: Yani “Un je ne sais quoi” dedikleri Fransızların. Yani esası oluşturan, ama anlatılmaz bir şey. Nuri İyem: Ulusal bir tavır takınmadınız mı, uluslararası piyasaya da çıkamazsınız. Bizdeki Türk resmi çıkamıyor. Bir türlü onun bunun damgasından kurtulamadı çünkü. (…)

Adnan Benk: Vardık ulusal resmimize artık aynı Nuri İyem’i çiz dur. Nuri İyem: Ben ulusal resim derken, bugünkü resimle geçmişteki resim arasında bir bağlantı olmalıdır, diyorum. d Grubu örneğin gelmiş, bağlantıyı kesmiş, Çallı’lar falan yok artık. Kim var? André Lhote. André Lhote beyin koyduğu, kendisini ilgilendiren kural ve kuramlar var. Almanya’dan gelenlerde Hans Hoffman efendinin kurduğu ve, Almanya’nın değil ancak Hoffman’ın ilgilendiği resim var. Bunları Çallı’ya ve diğerlerine karşı çıkarıyorlar ve bir kesinti oluyor. Ama o kesinti ile birlikte ne oluyor? Var olan resim sevgisi tuzla buz, yok artık. d Grubu en büyük zararı bu gelişme zincirini kırmakla yaptı. Ve gerçekten seyirci kalmadı. Sergiye giden adam yoktu. Sergi açmak kavramı yoktu hatta. Ama onlar biz Paris ekolünün temsilcisiyiz, diyorlardı. (…)

Tahsin Yücel: Bir de sanatçının kendi kendine karşı çıkması var. Örneğin Nuri İyem’in resimlerini tarihsel sıraya göre dizersek, çok değişimler olduğunu görürüz. Bu değişimler içinde Nuri İyem’de sürekli olan nedir?

Nuri İyem: Bana göre değişmeyeni veren toplumun yapısı oluyor. Toplumun ayak temposu, ben istesem de, istemesem de, tıpkı doğa gibi, bana bir şeyler kabul ettiriyor. Ya da karşı koyuyorum. Tıpkı yaşamla ölüm, sevgiyle sevgisizlik gibi toplumun bana verdikleri vardır. On yıl, yirmi yıl önce yaptıklarımla bugünküler arasında pek çok fark oluyor. Ben de durmadan değişiyorum.

Adnan Benk: Fotoğraftan yararlandın mı resimlerinde?

Nuri İyem: Bir fotoğrafta bir kadın görmüşümdür, başörtüsünü şöyle bağlamıştır, hoşuma gider, keserim fotoğrafı. Adnan

Benk: Kendi çektiğin fotoğraflardan yararlandın mı?

Nuri İyem: Kendi çektiğim fotoğraflardan hiçbir zaman yararlanmadım. Çünkü fotoğrafı karşıma aldım mı, bununla bir şey yapamam, çıkamam işin içinden. Peyzajları hiçbir zaman oturarak yapmam. Giderim dolanırım orada, bakarım, notlar alırım kağıt üzerinde, koyuca bir yeşil falan diye yazarım. Sonra o biçimlerle oynarım; kafayı biraz uzatırım, denizi yukarı çıkarırım, aşağı indiririm, yarı yerde vazgeçerim, bulutlara önem veririm, o günkü durumuma göre bir peyzaj çizerim. Ama, örneğin Şile’dir o resim. Hatta Şile’nin falan yeridir. Fotoğraftan yararlanan çok var. Edward Munch’un bir fotoğraf dergisinde çıkmış iki tane resmi var; ikisi de önce fotoğrafmış. Çok var böyle. Ama ressam o fotoğrafı aşıyor. Fotoğraf kalkış noktası oluyor. Ona bağlanmıyor. Kendi düşüncelerine yardımcı olduğu için alıyor onu.

Adnan Benk: Peki, kompozisyonunu yaparken, daha önce anlattığın o baklavaların kesişmesi dışında, başka neresinden başlarsın bir portrenin?

Nuri İyem: Resme nasıl başlarım, aslında onu konuşalım. Çok yadırgayacaksın. Benim resim yapmadığım günler oluyor, ama inanılmaz, hani Orhan Veli’nin dediği gibi “tarif edilmez kederler”e bulanıyorum ben o günlerde. Görevini yapamamış bir insan gibi ağlaya sızlaya gider yatarım. Hasta olurum resim yapmazsam. Uyanırım, ilk işim atölyeye gitmek olur. Atölye de hemen yatak odamın yanında. Akşam gün ışığıyla bıraktığım yerden başlarım. Duvarda çalıştığım bir sürü resim vardır, onlara bakarım. Biri beni çok çeker, şununla bir hasbıhal edelim, derim. Karşıma koyarım. Kendimi yoklarım; ona çalışabilecek gücüm var mı? Onu daha iyi duruma getirecek hevesim var mı? Ne koyarsam buna, daha alımlı olur?…

Adnan Benk: Ya da ne çıkarırsam?…

Nuri İyem: Bunun şu tarafını yıksam falan diye, bunun muhasebesi başlar. Birden, karar vermişsem girişirim. Bir kavgadır başlar artık. O resim biter, kaldırırım, bir başka resim alırım. Sabah girerim, Nasib, ‘gel öğlen yemeğini ye’ der, gider yerim. Biraz gevşeklik başlar, azıcık da uyurum, sonra yine atölyeye. Ortalık kararınca bırakırım. Akşam yemeğini yerim, karım bekler konuşalım diye. ‘Dur’ derim, ‘bir şeyler karalıyordum, ben karalayayım, sen gene anlat’ derim.

Adnan Benk: Monet, Louvre’daki bir tablosunun yanına yaklaşıyor, müze bekçisinin uzaklaşmasını bekliyor ve cebinden gizlice boyasını ve fırçasını çıkarıp bir köşesine gizlice bir renk vuruyor resminin, sonra suçlu gibi uzaklaşıyor. Böyle bir şey dert olur mu sana? Bu oluyor mu yani, yoksa bu fıkra mı?

Nuri İyem: Kesinlikle oluyor. Her ressamda olur. Panayot Abacı’da Halk Şairi diye bir resmim vardı. Bir gün Panayot’ta içiyorduk, benim gözüm hep resimde: ‘Yahu Panayot, şu resmi bana bir, iki günlüğüne verir misin?’ dedim. Hüsamettin Bozok da vardı. ‘Ne yapacaksın?’ dedi. Bir, iki ufak değişiklik yapacağımı söyledim. Hüsamettin atıldı: ‘Sakın ha verme’ dedi, ‘verme, bunlar bozarlar’ dedi. ‘Ne yapar?’ dedi Panayot. ‘Mesela giydirir’ dedi. Giydirmek değil ama, insan bazı resimlerinin şu rengini biraz söndürmek, şu rengini biraz azdırmak istiyor. Bitmiyor resim aslında. Renoir’a ‘çıplakların bittiğine ne zaman karar verirsin?’ diye soruyorlar, ‘Çimciklemek ihtiyacını duyduğum zaman, atarım imzayı’ diyor.