Dost, cilt 6, sayı 27, Aralık 1959:31-34.

 

Resimde çoğu kimse “konu” ile formun belirttiği “özü” birbirinden ayırmasını bilmiyor. Konuya takılıp kalıyor. Oysa konuya takılmak boşunadır, resmin anlaşılmasında rolü yoktur konunun. (…) Renoir’in çıplakları ile Peinture dediğimizin sınırları içinde kalabilmesine başarı diyoruz. Ama çoğu kimse, çıplakta bu sınırı aşar, işin çok aşağılık cinsten bir tasvirine girişir. Ya da olduğu gibi, gördüğü gibi bir çıplağı tuvaline koyar. Bunların ikisini de beğenmiyoruz. Çünkü, ikisi de forma, yani sanatçının hür fantezisinin geliştirdiği forma, sahip değillerdir. Biri çıplağı şehvet hislerimizi -ya da kendi şehvet hislerini- gıdıklayacak şekilde tuvale koymuştur; çıplağın bütün duruşu, kol, bacak, baş her şey o hissi uyandırmak için poz almışlardır. Bu güdüm, elbette ki sanatçının bağımsız fantezisini belirtecek, onun tabloda, resimi resim yapan yaratıcılığını yok edecektir. İşte bu tasvir, hepimizde bulunan bir hissi belirttiği, gıdıkladığı halde yine sanat katına çıkamamıştır. Ne garip değil mi? Her tablo, tablo demeye layık her tablo, mutlaka beşeri bir hissin form halinde belirmesiyle ancak eser katına ulaşacaktır. Ama bu his sanatçının hür fantezisinin ve kişiliğinin açısından geçip, form haline gelmesi ile, yani tasvirden kurtulması ile mümkündür. Şu halde diyoruz ki, ister gördüğünü olduğu gibi tuvaline geçireni olsun, ister gördüğünü değil de şehvet hissini veya hissimizi tahrik edecek şekilde olanı olsun sanattan ayrı, sanat dışı işler yapmışlardır. Tekrar edelim; her ikisinin sonuna kadar sadık kaldıkları şey konudur. Çıplak kadın konusu, ya da şehvet hissimizi tahrik konusudur. Bir çok ressam gibi Matisse de, Picasso da çıplak kadın ve erkeği sevişme halinde çizmişlerdir. Ama, bu çizilenlerde konunun aşılmış ve formun dile gelmiş olduğunu gördüğümüz için konusu ile değil form ve öz bütünü ile bizi sardıklarını görüyoruz. Konu ile değil, formun verdiği, formun bünyesinin getirdiği bu beşeri özü kabul ediyoruz. Ama bazı insanlar bu resimler karşısında başka türlü duygulanır ve başka sonuçlara ererlermiş. E, kolay değildir, seyirciyi konudan kurtarıp resme sokmak. Chardin’in resmini yemek odasına, iştah açsın diye koyanlar bulunabilir. Cézanne’ın konuyu resimden kaldırıp atmaya uğraşması, tablosunun formunu daima konunun üstünde gösterebilmiş olması onun büyük, çok büyük, bir sanatçı olduğunun ispatıdır. Resimde form daima konudan ayrılır. Hatta konunun kendisine yabancı bir öğe olduğunu haykırır. Bunun için yeni ressamlardan biri, Bazaine: “Resim hiç bir işe yaramadığını haykırmalıdır” der. Ne davaların savunucusu avukatlığa, ne de şu, bu hissimizin tahriki için tasvire yaramamalıdır. Resim, resim olabilmelidir. (…) Yeni bir form, mutlaka yeni bir öz, yeni bir duyarlık getirir. Romantik gelir, yeni duyu, yeni düşünce getirir, formu ayrıdır. Empresyonist gelir yeni duyular getirir, onun da formu başkadır. Kübist de bir başka açı, bir başka form getirir. Bütün bu akımlar evvelce bilmediğimiz, tanımadığımız duyular ve formlar getirmişlerdir. Hayatın akışına zıt bir yol tutamaz ki sanat, yeni yeni duyulara ve bunları ifade eden formlara yönelmesi kadar tabii ne olabilir? Bütün bu akış ve değişme ola dursun, resimde bir de değişmeyen daima kalan bir yön de vardır. Bu, resmin evrensel karakteridir. Her akım bir insani öze, yani bu evrensel karaktere vardırmak zorunluluğundadır. (…) Boş bir tuval, bizim için boş bir mekandır. Oraya koyduğumuz bir renk, bir çizgi bu mekanda bir hareket yaratır. Tabidir ki koyacağımız herhangi bir doğa görüntüsü de aynı şeyi yapar. Fakat bu ilk konanlar hiç bir zaman kondukları gibi kalmazlar. Onları yöneltmek istediğimiz bir şuur altı taslağı vardır. Ve oraya doğru yönelmeye çabalarız. Şu da var ki, çizdiklerimiz, sürdüğümüz renkler, o mekanda meydana getirdikleri hareketle bize bir etki yaparlar. Tuvale konan, çıkarılan her şey hareketi değiştirir. İşte bu hareketlerden birinin bizi sardığı ve heyecanlandırdığı görülür. O anda, önceleri müphem bir surette sahip olmayı arzuladığımız, fakat asla ne olduğunu önceden bilemediğimiz, bir hareket belirmiştir tuvalde. Bu hareket duyumuzun, şuur altı taslağın, ilk müjdecisi, yani; Formun belirmesi halidir. İşte bu halin belirmesinden, önce tuvalde bulunan renk, çizgi, her şey obje değerinde şeylerdir.

Ressam kişi bu halin özlemini daima taşır: İster doğadan alınan olsun, ister tuvale başlangıçta koyduğumuz bir kaç renk, çizgi olsun bu hale erişmeye başladı mı, sarı veya yeşil renk, sarı ya da yeşil oluşunu aşar, güçlenir, ölü çizgi birden canlanır, her şey hayat kazanır. Yaşamaya başlar karşımızda. Hatta, bize mukavemet bile eder. Çünkü, resim olmuştur. Bu anlarda gerçek ressamın bağımsız fantazisi, ne ideoloji dinler, ne el maharetlerini kabul eder, ne de birinin veya bir çoklarının gönlüne girmeyi tasarlar. Elbette ki başlangıçta bu hal mevcut olmadığı için ve ancak formun belirmesi ile yaşanmaya başlayan bir hareket ve heyecan olduğu için buna “görünmeyen” diyoruz. Ama, bir form haline gelip, yaşanan bir gerçek olduğu zaman gözle görülür bir hal alır.

Her ressam “piktural”, plastik, kromatik her formu bilir, tarifini de yapar. Ama resim yaparken bunların ne önemi var? O tariflerle, reçetelerle resim yapılamaz ki. Nasıl yaşayan bir insanı anatomisi ile anlatmak mümkün değilse, forma dair reçeteleri bilmekle bir öz taşıyan, yaşanan bir gerçeğin ifadesi olana da erişilemez. Formu bu açıdan kabul edip, ona varmaya, onu kavramaya çalışırsak “konu”nun önemsizliğini anlayabiliriz.