O bakışlar ki…

 

 

O kadınlar ki bir sevda bir ana yumuşaklığında yüzleri

Ve pişirilmiş toprak kıvamında

Çoğalıyor yinelenmeden her biri

Bir ışık demeti bir ana yumuşaklığında

Onlar ki resmimizin Halk gülleri

 

Şair Turgay Gönenç ne güzel anlatmış Nuri İyem yüzlerini. Çoğalan, sor soran, sarılmaya hazır bakışlar. Kocaman ellere uzanan, davet eden göz bebeklerinden tarlalar. Kadınlar, bir o kadar kederli erkekler, direngen eller… Umudu muştulayan bakışlar.

Kocaman gözler, uzayan yüzler… Büyüyen, neredeyse bir ülke olan kocaman bakışlar. Hüzün ve keder…. Uzaktaki köy, varoşun tozlu yolu… Haramiler kenti İstanbul! Ama en çok kadın ve bakış. Bir Nuri İyem resmi gören bir daha unutamaz… Unutmamalı.

Mutlaka hatırlayacaktır o kara zeytin gözleri, yorgunluk ile dinginlik arasında salınan insanlık atlasını… Yüz ve yüzlerce gözü.

Kederli, şefkatli eller, gözler ve ayaklar… Babalar ve analar. Yorgan yastık düşülen asfalt yollar… Uzaktaki kara binalar. Büyük göç!

10 Mayıs 1941. Dokuzu ressam (Haşmet Akal, Agop Arad, Avni Arbaş, Turgut Atalay, Nuri İyem, Fethi Karakaş, Kemal Sönmezler, Selim Turan, Mümtaz Yener), biri grafik sanatçısı (Yusuf Karaçay), biri heykeltıraş (Faruk Morel), biri fotoğraf sanatçısı (İlhan Arakon) toplumsal bir bomba patlamıştı artık. Türkiye sanatı yeni bir evreye girmeye hazırlanıyordu.

D Grubu’nun sakin, üslupçu modernizmi ve de Akademi aşılıyor; yeni sulara yelken açılıyordu. Osmanlı-Genç Türkiye Cumhuriyeti sanatı, asker ressamlardan, Sanayi-i Nefise ve Çallı kuşağına, Leopold Levy’nin kübizmine zorlu bir modernizmi arşınlamaya çalışıyordu. Yeniler Grubu ve Liman sergisi, işte bu evredeki yol ayrımlarından biriydi.

Adı üstünde; peki “Yeni” olan neydi? İlk defa bu topraklarda sanatın içine toplumsallık ve sınıf sızıvermişti. Liman işçileri, hamallar, ekmek peşinde koşturan insanlar. Yeniler modernist biçimlere yeni bir içerik üflemişlerdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı. 2. Dünya Savaşı’nın karneli “karartma geceleri”nden, Sansaryan Han’a, Küllük’ten Beyazıt’a 40’ların “fedailer mangası”na uzanan zengin bir birikim tuvalin beyazına düşüvermişti. Akademi ilk defa biçimsel deneylerin, sağduyunun dışında bambaşka bir şey görmüştü; ve ürkmüştü. Nuri İyem’in sözleriyle:

“Bir asra yaklaşan geçmişinde sadece peyzaj, cici portre ve ölüdoğayla ilgilenmiş Türk resmine gerçek Türk insanı unsurlu canlı doğayı getirmek gibi toplu arayışımız vardı. Hepsinin ötesinde hudutsuz coşkulu, gayretli azimliydik. Ressam kişiliğimizden ve fırçamızdan duyulan ürküntü, gerçek arayışımızı bahane ederek ucuz solculuk suçlamalarına ve vıcık polisiye jurnalciliğe yol açtı. Öyle geçici bir rahatsızlık yaratıp bir süre için baştan def etme gayreti ile kalmadı bu karşıtlık tavrı. Yıllar, on yıllar boyunca sürdü. Geçimimizi zorlayıcı, resmi sanat tarihinden adımızı sildirici, görgü-bilgi gezileri bir yana, sağlık arayışlı kısa seyahatler için bile pasaport verdirtmeyici tavır.”

 

Evet! Nuri İyem’in satırlarıyla zorluklar bekliyordu “Yenileri”. Geldi de gecikmeden… Baskılar, işsiz bırakmalar, hapisler, kovuşturmalar, dışlamalar ve daha fazlası. Liman’ı görmek ürkütmüştü iktidarı. Liman başka bir liman oldu sanatımıza.

Nuri İyem’in resmini oluşturan koşullar ve imgelem dönemin edebiyat ve şiirine kopmaz bağlarla bağlıydı. Hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Selahattin Eyyuboğlu’na, Ömer Faruk Toprak’tan Rıfat Ilgaz ve Sait Faik’e uzanan o büyük ve yaratıcı denizin içindeydi. Türkiye sanatında bir daha yakalamayacak kadar zengin bir buluşmaydı bu. Edebiyat, şiir ve resim hiçbir zaman iç içe olamayacaktı daha sonra.

Haliç’in yamaçlarından Alibeyköy sırtlarına, Fatih’in kaldırımlarından Eminönü’nün hamallarına, Cankurtaran’ın dar sokaklarından Çankırı’nın sarı bozkırına uzanan nasırlı elleri ve hülyalı gözleri görmek kadar zengin bir denizdi bu. Yaşam bir “manzara” ya da “pastoral seyir” olarak gelmiyordu tuvallere. Emek, eziyet, hayat mücadelesi vardı. Yeniler ve Nuri İyem genç cumhuriyetin 1938’de Anadolu’ya gönderdiği ressamların birikimlerini daha öteye götürüyorlardı. Mutlu köylüler, folklor, “gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” idealizmi yoktu onun boyadıklarında. Kilimler, nakışlar, testiler yoktu. İyem, tam da 1950’lerde yoğunlaşan kır ve kent arasındaki o ince “acılı” bağı taşıyordu resme. Şehre “taşı toprağı altındır” diye gelen, Haydarpaşa’nın kara dumanını Süleymaniye’nin grisine boyayan o silik umudu çiziyordu. Güzel gözlü kadınlar, kederli erkekler, hüzünlü çocuklar şehrin tepelerine konuyorlardı bir gece ansızın. Kocaman elleriyle hale sebze taşıyan, inşaata taş döşeyen Anadolu’yu boyuyordu. Göç resimleri Orhan Kemal’in romanda yaptığını resimde gerçekleştirir. Bekleyen otobüs, yükler, iki büklüm yaşlılar, neşeli çocuklar görürüz göç turizmin kapısında. Telaş, umut karışır toz olur bozkırın patikalarında.

Sadece kocaman gözlü, kemik parmaklı insanlar değil elbette. Nuri İyem denince akla ilk onlar gelse de, İyem’e retrospektif bir bakış insanı şaşırtan bir deneysellikle karşılaştırıyor. İzlenimcilik ve post-kübizm mirasını içselleştirmiş, hatta soyut sanatta ustalaşmış resimlerle karşılaşırız. Özellikle de soyut dönemi insanı şaşırtacak derecededir. Bu deneysellik İyem için organiktir.

Onun deyimiyle: “Gerçek bir tabloda hemen her ögenin ne ve nice olacağını belirleyen kurallar, kuramlar değil, içeriktir. Ama içerik konu da değildir. Çünkü içerik dediğimiz şuurla formüle edilemeyen çoğu kez bir davranış sorunu olandır. Hemen her zaman sanatçının kendisi bunu fark etmez. Ta ki resim biter ve de başka resimlerle yapılan karşılaşmalardan o resmin içeriği duyulur. Bir doğa görünümü ya da herhangi bir konu sanatçının içinde var olan bir özlemle, istekle, bir gerilimle, bunalımla ya da yaşama sevinciyle, daha doğrusu içte duyulagelen ama bir türlü anlatılamayanla ilişkili olarak görülebilir.”

İyem, içerik ve biçim gibi rutinleşmiş ikiliklerin ötesinde düşünüyordu. Liman ile yaptıkları şeyin “Yeni”liği ve risklerinin farkındaydı. Edebiyatta Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk Toprak ve Sabahattin Ali’den Orhan Kemal’e uzanan toplumcu çizginin resimdeki karşılığı bulunmuştu sonunda. İyem’in kadınları, kocaman gözleri, yüzleri işte bu kocaman insanlık mirasını gösteriyordu bizlere. Dik duran figürler umutlu bir direnişi duyumsatıyorlardı. İster bozkırdaki kireç bir evin yanında dursunlar, isterse Gültepe’nin fabrika dumanlarıyla grileşmiş şoselerinde yürüseler, aynı umutlu ve direngen insanlığı boyadılar gökyüzünden, bulutlardan kahverengi toprağın çatlağına.

O yüzler ve bakışlar unutulmayacak.

Ali Şimşek

2015