Nuri İyem üzerine yazmak dünyadaki en zevkli işlerden biridir. Hele, kendisi için hazırlanan birkaç ciltlik bir köklü, kapsamlı dokümanın çerçeve metnini hazırlıyor olmanın ayrıcalığı içinde yazıyorsanız, keyfiniz daha da artar. Ama, bir yandan da çok dikenli bir çabayı göze alıyorsunuz, demektir. Nuri Bey’in kişiliğini şimdilerde ulaştığı seksen yedinci yaşının bilgeliği ve heybeti içinde akıl almaz bir “çok boyutluluk” sunan: Büyük Ressam Nuri İyem, ilerici aydın ve mücadele insanı Nuri ve “sanat-politika- toplum” konu karmaşasının sürekli okuyucusu-düşünürü ve büyük yazarı polemikçi filozof İyem ile kolkoladır. Spontane pek program tanımaz ve hatta hafifçe serserice denilebilecek bir varoluşun ürünü bir şiirsel yaşamı dolu dolu sürdürmüş hayat amatörü (ve profesyoneli) bir Nuri de diğerlerinin yanıbaşındadır. Bu çok renkliliği ve boyutluluğu içinde, alabildiğine değişik bu adam 1930’lar Türkiye’sinin sanatsal-toplumsal olaylarının göbeğinde yaşamıştır. Bire bir tanığı olmuştur, olup bitenlerin. Şöyle birkaç yıl öncesine kadar da olayların ve gelişmelerin yakından tanığı olmayı sürdürmüştür. Son dönemlerde sağlık sorunları belki eski hareketliliğini sürdürmesine izin vermiyor. Ancak, hep uyanık bir izleyici. Dikkati canlı biçimde yaşam olgularının üzerinde kalıyor. Bunca görmüş geçirmişliğin birikimiyle, alabildiğine bilgece değerlendirmeler yapıyor. Çevresine anlatıyor. Bazen metinler halinde yazıya döküyor. Bu satırların yazarı, Nuri İyem’in öteden beri anlatageldiklerinden ve artık biraz seyrek de olsa, hala yazdıklarından hep derin zevk içinde, çok şey öğrenmiştir. Yirmi yıla yaklaşan yakın dostluklarının güzel anıları arasında Nuri Bey ile sürdürdükleri tadına doyum olmaz sohbetlerin özel yeri bulunmaktadır.

          Böyle diyerek, Nuri İyem düğümünü çözmeyi biraz deneyelim, artık.

          Bu çözümleme uzunca bir metnin kaleme alınmasını gerektirecektir. Yazarın belirlemeleri, betimlemeleri Nuri İyem’in sözle ve yazıyla anlattıklarından alıntılarla desteklenecektir. Bu ciltte yer alan Nuri İyem imzalı yazılara yer yer göndermeler yapılacaktır. Yazarın “İyem ve Kuşağı” üzerinde öteden beri yazdıklarından kimi alıntılar da metni besleyecektir.

                                                                         Yaşam Deneyimi ve Bilgelik Üzerine

François Truffaut, bir dönem sinemasının önde gelen bu rafine filmcisi şöyle anlatmıştı, bir kere: “John Ford Usta’ya son dönemlerde çok yükleniyorlar. Yaşlandığından, yeni bir fikir yaratamadığından, eskileri evirip çevirip yeni montajla bir araya getirdiğinden falan söz ediliyor. Lütfen dikkatli bakalım. Ana temalara belki değil, ama detaylara nasıl bir arınmışlık geldi. Herşey pırıl pırıl. Ford Usta evirip çevirmiyor. Yaşam deneyimlerinin kendisini getirdiği bilgelik düzeyinin gereğini yapıyor. Unutmayalım: Yaşlı adam büyük adamdır.

1960’lar Paris’inin sanat coşkusu ve yaşama sevinci yoğunluğu içinde sanatsal bir anlatım olarak “sinema” özel yere sahipti. Tanıdığım bir eleştirmen dostun yardımıyla mıydı; yoksa, ben kendim mi kotarmıştım? Ansıyamıyorum. Ama, Truffaut o gün çok dar kadrolu bir söyleşide konuşuyordu ve üç metre yakınından yutar gibi dinliyordum. “Yaşlı adam, büyük adamdır” sonuç sloganından çok etkilenmiştim. Evde plak dolabının içine, kapının arkasına, işteki odamda kitap raflarının üzerine, her yere bu sloganı iri iri yazmıştım ve aylarca durmuştu, oralarda.

Her yaşlı adam büyük adam değildir, elbette. Buradaki büyüklük bilgeliktir; olgunluktur; gereksiz ayrıntıdan ve fazlalıklardan arınmışlıktır. Mesaj verebilme gücünün doruğuna varmışlıktır. Bir dolu dümdüz insan vardır, dünyada. Genç olmuşlar, yaşlanmışlar; hiç fark etmez. Ama, çok az sayıda gerçek yaratıcı vardır ve yaşamın her aşamasında dolu işler yaparlar. Bunlar, olgunluk denizine vardığında bilgeleşir; “büyük yaşlı adam” olur. Truffaut John Ford örneğini veriyordu. Ben de “İşte, Nuri İyem orada” diyorum. Her dem canlı, yaşadığı uzun on yıllar boyunca ressamlığının ve toplumsal amaçlara kendini adamışlığının gereğini yerine getirmiş bu tükenmez adam olgunluğu ve bilgeliği birlikte sergiliyor. Kendisiyle hesaplaşmış, çevresiyle dengeleşmiş olmanın rahatlığı içinde ve sağlık sorunları falan bir yana dimdik ayakta. Hala saatlerce fırça sallıyor. Kolunun ve belinin artık biraz yorulmuş olduğunu yakın çevresinden saklamıyor. Ama, gönlü yorulmuyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın betimlemesiyle Nuri İyem bir “yaratılış mucizesi”dir. Nefis bir tanımlama. Mucizevi, şeytanımsı bir şey saklı, bu adamda. İçerilerden güçlü bir ses ona hala, “çiz Nuri, boya Nuri” diye sesleniyor. Çiziyor Nuri hala ve boyuyor. Çizdiği ve boyadığı onun namusu. En iyisi olacak. Ayrıca, hiç dur-durak tanımaksızın boyayacak. Kalemler, fırçalar, boyalar, kağıtlar, tuvallerle dolu bir yaşam. Bunlar Nuri İyem için ekmek, su, hava kadar gerekli nesnelerdir, varlığını sürdürmede.

Resimlerden konuşmak da, bu coşkulu özel yaşam biçiminin bir parçası. Resim, sanat ve elbette toplum meseleleri üzerine çok yazmış ve anlatmış. Nuri Bey her zamanki tatlı anlatışıyla sürdürüyor söyleşilerini. Son dönemlerde o benzersiz yaşam deneyiminden, süzülmüş-yalınlaşmış benzetmelerle, mecazlarla süsleyerek anlatışını, ayrıca zenginleştiriyor.

Bak sana bir “Ressam çizemezse, boyayamazsa neler oluyor?” öyküsünü anlatayım diyerek söze giriyor, Nuri Bey,

          İlk mahpuslukta henüz herşeyin acemisiydim. “Ziyan yok, biraz içerde otururum; azıcık kağıt, birkaç renkli kalem de nasıl olsa tedarik edilir; böylece, bir başıma sabah, akşam resim yaparım hesabındaydım. Sonra punduna getirir, bir iki fırça ve bir kaç tüp yağlı boya da bulurdum. Artık, hiç bir eksik kalmazdı. Ancak, elbette öyle olmadı. Solculuk suçu ne ağır nesneymiş meğerse. Çizik bile attırmadılar. Kendimi bildiğimden bu yana, ilk kez resim yapmadan yaşıyordum. Beynim karıncalanıyordu. Yüreğim çatlayacak gibi oluyordu. Sonra bu günler uzadı. Bu resimsiz haftalar hayatımın en mutsuz dönemleridir.

Çıkarken gardiyanlar ve hapishane yetkilileri “Bak gördün, burası eziyetli yer. Aklını başına topla, bir daha düşme buralara” gibilerden nasihat etmişler. Dayak, küfür eksik değil. Gün ışığı yok. Yerde yatılıyor. Onlar eziyet diye bunu anlatıyorlar. Nuri Bey ise, bir kaç gün daha resim yapamasa öleceğini hisseder gibi oluyor. Dışarı çıkmak onun için resim yapma özgürlüğüne kavuşmaktır. Ama belli etmemiş bu çok özel düşüncesini. “Anlamazlardı, zaten” diyor ve ekliyor. “Bir de dışarda resim yapmamı engelleyecek bir usul bulurlardı. Gerçekten ölürdüm.”

 Benliğin Resimle Özdeşleşmesi

Nuri İyem, önceleri pratisyen hekimlik, daha sonra Silahlı Kuvvetlerin sağlık hizmetlerinde görev yapan Hüseyin Hüsnü Bey’in ve Melek Hanım’ın ikinci çocuğu olarak İstanbul’da doğar, 1915’de. Kendisinden bir kaç yaş büyük Aliye adında bir ablası vardır. İki kardeş birbirlerine çok bağlıdırlar. Aliye’nin çok genç yaşlarda, doğum yaparken ölümü küçük Nuri’nin en acılı çocukluk anısıdır. 200l Aralık, Nuri İyem Retrespektif Sergisinin uçsuz bucaksız salonlarında kendisiyle birlikte çok kez dolandık. Çeşitli resimlerin ve fotoğrafların değişik anıları, anekdotları vardı. Diri belleğiyle hepsini anımsıyor, ve coşkuyla anlatıyordu. Aliye-Nuri kardeşlerin fotoğrafının önünde uzun durduk. Oradaki görünüşüyle çocukluktan genç kızlığa geçişin tazeliğinde güzel endamlı ve ışıl ışıl aydınlık simalı bir Aliye Abla. “Bir başka türlü güzel ve anlamlı gözleri vardı. Çok göz resmettim, biliyorsun. Ama Aliye Ablamınkiler, benim yaptıklarımdan falan çok ayrı bir şeydi” diye anlatıyor, Nuri Bey.

Ablasının endamı, siması ve gözlerinin yanısıra başka şeylere de çok dikkatli bakarmış, küçük Nuri. İnsanlara bakarmış. Evlere, sokaklara, ağaçlara gözün görebildiği herşeye “görsel unsurlar” olarak çok dikkatliymiş. Gördüklerini sözcüklerle tarif edebilme yetisi yüksek bir çocuk. Ama, asıl yetisi gördüğünü şekil olarak çiziktirebilmesi. “Senesini, ayını hatırlamıyorum, desene benzer ilk çizdiklerimi. Ancak, doğuştan beri hep çizermişim gibi bir his duyardım, zaman zaman” diye bir söyleşide dile getirmişti, Nuri Bey. Yukarıda aktarılan öyküdeki resim yapamamanın ölüm gibi bir şey olduğu duygusuna günün birinde kapılacağı Nuri İyem’in çocukluğundan beri resime çok özel bir ilgi ve tutkuyla bağlı oluşundan belli oluyordu.

Ama “resim” ile tam hamur oluşu orta eğitim yıllarını bekliyecektir. Benliğinin resimle bütünleşmesi ise Akademi yıllarını bekleyecektir. Bu bapta Nuri bey’i dinliyelim, biraz:

    Resme olan tutkum yüzünden babamdan yediğim tokatlarla , söze başlamam gerekiyor önce: Mardin’de ilkokuldaydım. Bir tatil günü evde renkli kalemlerle resim yapıyordum. O zamanlar (sanırım 1924 yılında) kullandığımız renkli kalemler kalitesiz olduklarından uçları hemen kırılıyordu. Külüstür bir çakı ile kırılan uçları açmak için uğraşıyordum. Ama kalemleri yontmak çok zor oluyordu. İşte, tam bu sırada duvara gömülü dolap içinde bir kutuda duran babamın usturaları geldi, aklıma. Çoktandır o usturaları kullanmadığını da biliyordum. Ama usturaları almaya korkuyordum. Babam evde olmadığı zamanlar, berbere gittiğinde almak daha kolayıma geliyordu, tabii. Usturalarla, renkli uçları kırılıveren kalemleri daha kolay yontabiliyordum. Yontabiliyordum ama usturaların o keskin ağızları da çabucak kırılıyordu.

          Resim yaptıktan sonra usturaları kutuya koyup dolaba kaldırdım. Kopacak fırtınayı bekliyordum. Şimdi bunları hatırladığımda yaşananların üzerinden sadece bir iki ay geçmiş gibi geliyor, bana. Babam dolabın kapısın açmış, elinde usturalarla önünde durmuş ve beni çağırıyordu. Yanına gittiğimde hiçbir şey söylemeden tokatları indirmeye başladı. Yeterince tokatladığına inanınca da usturaları bu hale niçin getirdiğimi sordu. Olayı olduğu gibi anlattım. Usturaları çok uzun zaman önce gördüğümü, kalemlerin uçunu açarken bu kadar kolay kırılacaklarını hiç sanmadığımı ve kendisinin de kullanmadığına göre lüzumlu olmadığını düşündüğümü söyledim. Babamın usturalarını kullanarak yaptığım resme ne oldu şimdi hatırlamıyorum. Ama resim yapmak, öylesine heyecan ve keyif verici bir şeydi işte.

          Babamın, benim resim yapmak uğruna neleri göze alabileceğimi hiç düşünmediğini biliyorum. Resme olan tutkumun nerelere vardığını, yıllar sonra bir aylık izinle Cizre’den kakıp İstanbul’a geldiğinde görmüştü. Resim yapabilmek uğruna ona yıllarca yalan söylemiş, onun istediğince güya akıllı uslu liseyi bitirmiştim ve sıra yine onun istediğince Tıbbiye’ye girmeme gelmişti. Onun için Cizre’den kalkıp İstanbul’a, kim bilir ne düşünceler ve düşlerle gelmişti. Ama, karşısında süt dökmüş kedi gibi duran, dünyada sağ kalabilmiş tek evladı liseyi terk etmiş, herkesten habersiz Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci yazılmıştı. Ne sövebilir ne de dövebilirdi. Adeta yıkılıp kalmıştı. Üzüntüden hasta olmuştu. Neyse ki kendisini teyzemin oğlu doktor Ekrem ağabeyim bir ölçüde teselli etti! Babama şöyle konuşmuş: “Nuri kendi istediği mesleği seçiyor. Ressam olabileceğine eminim. Çünkü resim yapmayı herşeyden daha çok seviyor ve istiyor. Beni ailece zorladığınız gibi, çok üstüne varırsanız istemediği halde, o da doktor olabilir. Ama, istediği mesleği ve bin kat daha doğru olanı seçiyor. Üzülmeyin, sevinin bence.” Ekrem ağabeyimin konuşmaları babamı etkiledi. İyileşti ve yıllar yılı görmediği İstanbul’u gezmeye başladı. İzni sona erince Haydarpaşa Garı’ndan onu uğurlarken, son konuşmamızda şunları söylüyordu: “Ah oğlum tek üzüntüm şu. Bu mesleği seçmekle çok sıkıntı çekeceksin. Türkiye’de ancak bir resim öğretmeni olabilirsin. Bu de neye değer bilmem ki…”

          Anneme gelince, o babamdan çok önce ressam olmak istediğimi öğrenmiş, çok üzülmüş ve acı çekmişti. O da “Ah oğlum bu resimler yüzünden cehennemde yanacaksın” der, ağlar dururdu. Annemi çok sonraları ressamlığın cehennemlik bir meslek olmadığına portrelerini yaptıran Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak, diğer sultanları da sıralayarak ancak inandırabilmiştim. Ne var ki yine de namaza kalkınca, duvardaki resimlerin üstünü bez örtülerle kapatmayı yıllarca sürdürdü. Fatih Sultan Mehmet’in fetih sonrası kiliselerdeki mozaikleri söktürmemesi üzerine ulemanın onları sıvayla kapattıkları gibi. Çünkü sevgili annemin de babası bir din görevlisiymiş. Ölene değin babasının itaatkar kızı olarak kaldı. Annem resmi, günah ve ressamlığı cehennemlik meslek saymamayı bir türlü içine sindiremedi. Annemin ressamlığı seçmem yüzünden duyduğu acıya neden olduğum için içimdeki burukluk hiçbir zaman geçmedi.

          Kızdığı zaman dövmesine rağmen, babamı sevmekten hiç vazgeçmiş değilim. Hala Cizre’de, Mardin’de onu bulup konuşabilmek için çırpınıp dururum… Diyeceğim şu, resme olan tutkumdan ne olursa olsun vazgeçmedim. Herhangi bir zorunlu koşul beni engelleyemedi. İstediğim mesleği yaptığım için mutlu olmuştum ama öte yandan anneme ve babama istediklerini verememiş, hayırsız evlat suçluluğundan bir türlü kurtulamadım. Resim yapmak beni mutlu eden tek şeydi. Ama aynı zamanda bu suçluluk duygusundan kurtulamayışımın da tek nedeniydi. Yine de annem ile babamı dinlemediğim için, onları hatırladıkça üzüntü kaplar içimi.

Akademi ortamına 1933 yılında giriyor, Nuri Bey. Uzun yıllar kalıyor. Sonunda, sulh yaparak da olsa ailesini biraz üzme pahasına bir giriştir, bu. Akademi’ye kaydolma macerası da başlı başına bir öyküdür. Nuri Bey, sohbetlerde dinleyenleri kırıp geçirerek anlatageldiği bu öyküyü, bize yardımcı olmak üzere, kendi üslubuyla yazıya döktü.

İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde gönülsüz bir talebeyim. Okul bana çok sıkıcı geliyordu. Pencereler yukarda, karanlık koridorlar. Hep resimle ilgileniyordum, resim, resim, resim…. Dedim ben yapamayacağım, gitmek istiyorum Akademi’ye. ‘Okul bitsin sonra gidersin’ dedi velim olan Nimet Bey ‘Alışırsın, düzelir’ dedi. Akademi’ye girerken ortaokul diploması lazım. Gittim idareden aşırdım, doğru Akademi’ye. Bana o güvenceyi veren Nazmi Ziya oldu. Lise durumunu anlattım. Nazmi Ziya Akademi’nin birinci bölümünün sorumlusu, ilk talebeler oraya gidiyor. ‘Ben sizi Galatasaray’da keşfettim, her sene gelir sergilerinizi görürdüm, 10 kuruş da ücret vardı, o çok canımı sıkıyordu’ dedim. Hatta bir seferinde sergiye girdim, sonra karnım acıktı dışarı çıktım, döndüm geldim, tekrar bilet istediler, tartışma çıktı. ‘Sen miydin o’ falan dedi Nazmi Ziya. Sonra baktı, baktı ve dedi ki: ‘En yakışıklısı sensin, gel gir Akademi’ye. Ama sonra anan, baban ne der?’ ‘Ben onları yola koyacağım’ dedim. Onun yüreklendirmesi sayesinde girdim Akademi’ye.

                                                                        1930’lar Akademi Ortamı

1930’lar Akademisi, orta eğitim için resim öğretmeni yetiştirme işleri çok önde gelen bir kurumdu. Gerçek sanat ateşi ile gelip sanatçı olmayı kuranların sayısı çok azdı, ve bunların hemen tümü ailelerinin izin ve rızaları olmaksızın akademiye gelmişlerdi. Lise çağlarından itibaren öğrenci alınıyor oluşu, gencecik insanların birlikteliğini sağlıyordu. 1940 başlarında Akademi’nin günümüzün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi düzenine kadar yürüyecek olan, yüksek okul kuruluşu tamamlanıyordu. 1930’ların öğrencilerinden Nuri İyem’in de dahil olduğu bir bölümü sonra Akademi’nin bu yeni kurulan yüksek kısmını da okumuşlardı. Nuri Bey böylece küçük kesintiler dışında on iki yıl akademi çevrelerinde dolaşmış ve oradaki oluşumlara tanıklık etmiştir. Meraklı, yeni bilgilere çok açık, gözlemlerden ve bilgilerden sentez yapabilme yetisi çok gelişmiş bir genç Nuri İyem’dir, bu. Konuşkan, cana yakın, yakışıklı oluşu ve gençliğin getirdiği müthiş dinamizm Akademi dışı İstanbul’u ve Türkiyesi üzerine de dikkatini çevrik tutmuştur. Spontane kararlarla oluşuveren içkili akşam söyleşisi programlarında sıkça bulunmuş ve buralarda kendinden daha büyüklerin hararetli tartışmalarına katılmıştır.

Uzun Akademi yılları, önceki bölümde sözü edilen, dünyaya pencere açmış birkaç değerli hocanın da etkisiyle aslında keyifli geçiyor. Bu arada Léopold Lévy geliyor. Dünyaya açılım büyüyor. Ancak, sadece hocalarda değil, tılsım. O bir avuç genç var ya, en tutkulular. Ailelerini atlatarak Akademi’ye gelen haylazlar. Onların yarattığı dostluk, dayanışma havası, tutkuların tam bir coşku paylaşımı, karşılıklı bilgi besleşmesi ve özendirme… Bu güzel atmosfere ilk girişini Nuri Bey şöyle anlatıyor:

Benim Nazmi Ziya Hoca’ya ve Çallı Kuşağı’na karşı ilgim ortaokuldayken onların Galatasaray Lisesi’nde açtığı sergilerle başladı. Muntazaman gider yirmi kez gezerdim sergileri. Para sıkıtısı vardı tabii. Ta Akasaray’dan, köprüyü falan yürüyüp gelirdim. Hayranlık öyle başladı. Benim için ressam onlardı. Başka birilerini tanımıyordum, bilmiyordum. Akademi’ye girdikten sonra baktım, bir tarafta Müstakiller var, ayrıca “d Grubu” teşekkül etmiş. Ama ilgi ve hayranlığımız hocalarda. Peki neydi bu ilgi? Daha sonra Lévy geldi, onun bize söyledikleriyle Nazmi Ziya’nın, Çallı’nın söyledikleri arasında tıpatıp uyuşma var. Her şeyden önce bir memlekette sanat ortamı olmadıkça, o ortam sizi beslemedikçe bu iş yürümez. Çallı Hoca şöyle bir şey anlatmıştı ‘Geldik sergi açacağız, altı ay resimler hazır, her şey hazır, sergi açacak cesareti bulamıyoruz. Halktan korkuyoruz.’ Niyetleri sergi açmak, ama altı ayda bulabilmişler cesareti. Böyle bir ortam. Ben girdiğimde de bunlar bir karar almışlar. Nazmi Ziya, atölyelerden öğretmenlik sertifikası olayını kaldıralım demişti. Çünkü giren, eğitim sertifikası alıyor, pedagoji kursundan geçip öğretmenlik yapıyordu. O kaldırılınca kıyamet kopmuştu. Çoğunluk, ancak resim öğretmenliği yaparak yaşanabilir diyordu.

1930’lar Akademisi ve onunla bağlantılı görsel sanatlar ortamının temel konusu resim-heykel sanatlarının geniş kitlelere benimsetilmesindeki zorluklardı. Atatürk ilkelerinde Batı’ya ve çağdaş uygarlıklara açılma doğrultusunda kesin bir çizgi çekilmiştir. Nitelikli insan gücü yetiştirmenin, buna dayanarak oluşturulacak eğitim düzenlemelerinin önemi kuvvetle kavranmıştı. Yurt dışına yüksek eğitime ya da ihtisasa gönderilen Cumhuriyet coşkusu dolu genç insanlar insancıl ve akılcı bir sosyal denge gözetilerek değişik mesleklerden seçiliyordu. Mühendislerin, doktorların yanısıra, ressamlar ve heykeltraşlar da vardı. Bu kişilere, yurda dönüşte güçlü ve çağdaş bir toplumsal düzen yaratılmasında önemli görevler düşecekti.

Teknik meslek erbabı için, bu beklentiler, belli ölçüde gerçekleşmiştir. Ancak, sanat eğitimi görenler için durum biraz farklıydı.

Görsel anlatıma çok uzun dönem kapalı kalmış bir toplumun, resim ve heykelin dünyasıyla hemen harman oluvermesi çok kolay değildi. Yurt dışında sanat eğitimi-ihtisası görüp, geri dönenler haklı olarak sadece öğretmenlikle yetinmek istemiyorlardı. Resim-heykel yapmak, sergiler açmak arzusundaydılar. Ama özendirici, kolaylaştırıcı ortam bulamıyorlardı. Ayrıca, kendilerinden öncekilerin, izleyiciyle, yani halk ile, buluşmadaki ürkekliği, 1930 başlarında yurda dönenlerde de devam ediyordu. Bunların bir bölümü Akademi’deki eğitim ve idari düzenlemeler döneminde, bu taze kuruma asistan olarak girmişlerdi. Kendilerinden az küçük Nuri İyem kuşağı ile çok bağdaşık değillerdi. İyemgiller, hemen hepsi badireler atlatarak, aileleriyle bozuşma pahasına çok derin bir sanat tutkusuyla Akademi’ye gelmişlerdi. Çok sevimli biçimde ve hafifçe “ipten kazıktan kurtulmuşluk” konumunu sergiliyorlardı. Nuri Bey’in betimlemesi şöyle:

1930’larda sanat eğitimine yönelen yetenekli gençlere aileleri yardım etmez, hatta anlayış bile göstermezdi. Yaşam garilesini karşılayacak bir iş gibi gözükmezdi, sanatçılık. Dolayısıyla bizim kuşaktan çok insan, aileden yardım almaksızın, çok güç yaşam koşullarına göğüs gererdi. Ben kendim öyleydim. Kemal (Sönmezler) öyleydi. Birkaç örnek daha verirsek Şadi Urlalı’dır. Ailesinin muhalefetine rağmen geliyor Akademi’ye. Geldiğinde beş parası yok. Onlar Vedat Mavitan’la birlikte geldiler. Vedat dışarıda bir iş bulamadı, gitti. Şadi de Akademi’nin lokantası vardı, orada garsonluk yapmaya başladı. Sonra galiba bu, ailesinin kulağına gitti ve Şadi’ye muntazaman para yollamaya başladılar. Böyle yapan çok insan vardı. Bir tanesi de, hiç ondan ummazsınız, Nejad Melih Devrim’di. Nejad Devrim, babasının çok değerli pul koleksiyonunu ailesinin haberi olmadan götürüp gayet ucuza satıp, Sultanahmet’te virane bir yerde bir oda bulup, ressamlığa karar kıldı. Birkaç ay orada kaldıktan sonra babası pes etti ve Akademi’ye girmesine razı oldu. Sanıyorum Kemal Sönmezler de, akademiye girebilmek için evden kaçtı.

Sonra, bu meteliksiz tayfa için bir süre bedava olarak yatakhanede kalma fırsatı doğdu. Akademi’nin oradaki eski mescide ait bir yer varmış. Sonra onu dökümhaneye dönüştürmüşler. Taş bir bina. Sanırım Hadi Bara’nın “Mareşal Fevzi Çakmak” heykeli orada döküldü. Ve daha sonra da başka işe yaramamış. Evvela Bolubeyi Mehmet (Yücetürk) oraya girdi. Babam ölünce ben de oraya yerleştim. Daha sonra sekiz kişiye çıktık; Hatay’dan Ekrem, Bodrum’dan Yahya Balibaşı (Akademi’yi bitirdi sonra Bodrum’a geri döndü), Sivaslı Mehmet, en son Tokat’tan Selahattin geldi. Bir de Kemal Sönmezler var, tabii. Kemal Sönmezler toplumsal konulara meraklıydı. Savaş politikalarını eleştiren bir kitapçık yazdı ve yayınlattı. Kitap aynı gün toplatıldı. Hepimiz soruşturmadan etkilendik, ama Burhan Toprak’ın çabalarıyla yalnızca Kemal Sönmezler yatakhaneden atıldı. Kemal Sönmezler ortadan kayboldu. Birkaç gün sonra “ya nerede yatıyorsun ne yapıyorsun” diye sordum. “Buldum bir yer, karıştırma” dedi. “Olmaz öyle şey” diye sıkıştırdım, “peki, gel göstereyim” dedi, beraber gittik. Tophane’de bir cami var. Sağ tarafında bir yanı yıkılmış, minaresi yarım yamalak. Cami ve müezzin odası kalmış, yalnızca. O müezzin odasında, müezzinle birlikte kalıyorlar. Müezzin odanın bir köşesinde, bu bizimki öteki köşesinde. Bunun yanından ayırmadığı bir gaz ocağı vardı, onu da götürmüş oraya.

Bu konular İyem kuşağı üzerine yazdıklarımda da geniş dile getirilmişti. Bir on beş-on altı yıl kadar önceydi. Bu kuşaktan hayatta olanlarıyla yapılan söyleşilerde şöyle şeyler anlatılmıştı (Yarı Yitik Bir Kuşağın Dosyası – 1987 Ağustos, Eylül, Ekim, Aralık. Hürriyet Gösteri Dergisi):

          Yahu bizim arayışlarımızın eksenini sosyal realizm diye, sonraları başımıza kakılmış o nesneden çok resim dilini yakalamak, yani ressamlığın özü oluşturuyordu. Ve genç ressam olarak iddialıydık. Kendimizi iyi yetiştirmek için çok gayretliydik. Bizden öncekilerin Türk Resim Sanatı’nın gelişmesine elbette katkısı olmuştu. Ama iki öncekilerde bu katkı aşikar ve kapsamlı iken hemen bir öncekiler bunu daha mekanik arayışa döndürmüşlerdi. Ulusallık endişesi ile resim sanatımızın gelişmesine yeni ufuklar açılması ihtimalini görüyorduk. Oraya yöneldik. Dudak bükülen sokak realisti gibi değil, ressam gibi, adam gibi yöneldik.

Toplumsallık ve Ulusallığa verilen önemin yanısıra, her şeyden önce resim tekniğini ve dilini çok iyi kavramış ressam gibi ressam olmayı arzulardı bu kuşak. Dolayısıyla kendi iç hesaplaşmalarını “ressam” olarak halletme peşindeydiler. Yurt ve insan sevgisi taşıyan coşkulu gençlerdiler, ayrıca. Bu onlara daha da ataklık ve hareketlilik kazandırıyordu.

Tüm bu olgular, İyem kuşağını sadece tutkulu hevesliler olmaktan çıkarıyor, özgüvenli aydın gençler yapıyordu. Kendilerinden az büyük yaştan ağabeylerin bir bölümünde gözlenen “aşırı batı hayranlığı, Paris’i görmemişleri küçümseme” tavrı, bu bizimkileri rahatsız ediyordu. Ayrıca, Nuri, Ferruh, Avni, Turgut, Mümtaz, rahmetli Selim ağabeylerine o tarihten bu satırların yazarı için onur verici beğeni ve takdirlerini toplayan “yarı yitik kuşak” betimlemesinin özetlediği bir husus vardı: 2. Cihan Savaşı bu kuşağın dışarılara gitmesini çok zorlaştırıyor, hatta olanaksız kılıyordu. Ama, ek olarak içeride bir savaş sürüyordu. “Yeniler” grup hareketinin kurulu düzen koruyucu mercileriyle olan uzlaşmazlığı gizli gizli hep gündemdeydi. Bu gençlerin toplumsal gerçekçilik arayışı, ve insancıl duygular yüklü bir gerçekçiliği resmetmeye cesaret edebilmeleri pek çok üst kurumu ve kişiyi rahatsız etmişti, elbette.

Riskleri de göze alarak benimsenmiş bu atılganlık içinde, kendilerinden az büyüklerle ilgili ilginç gözlemleri oluyordu:

Bu satırların yazarının betimleyici bir tanımıyla İyem ve Kuşağı “Bin Üç Yüz Otuz Küsur tevellütlüler” oluyordu. Yeni Akademi düzeninin ilk çocukları. Kendilerinden aslında sadece on-on beş yaş büyük olan yarı önceki kuşak ise Sanayi-i Nefiseci’ler. Nuri İyem, Turgut Atalay ve Selim Turan’ın yıllar önce anlattıklarından karma bir tasvir şöyle çıkıyordu.

Bir tarafta, Sanayi-i Nefiseci’ler var. Bir de biz Akademililer. Tam bir nesil farkı bile yapmıyor. İlk grubun kimi bireyleri örneğin, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve sonradan o kümeye dahil olan Sabri Berkel bu yeni Akademililer’in bir kısmından sadece alt-yedi yaş büyük. Yani neredeyse aynı adamlar bunlar. Ama bir duvar örülmüş aralarında. Büyükler yurt dışı uzmanlık çalışmaları falan da yapıp, “Mehlika Sultan’a aşık yedi genç dönüyor” çığrışmaları arasında İstanbul’a dönerler. Hüsran bekler kendilerini. Orta öğretim resim öğretmenliğidir kendilerini bekleyen gelecek. Nefise’de asistanlık diye bir yerleşmiş kurum yoktur. Kadro ve yer çok sınırlıdır. Müderrislik, hocalık işlevleri ise, Nazmi Ziya-Çallı-Hikmet Onat kuşağı tarafından yürütülmektedir. d Hareketi, bir ilk heyecan, sonra. Sonrası pek yok. Azalan ilgi, azalan coşku ve ilerleyen yıllar.

Bu ağabeyler için üzülüyorduk. İyi algılamışlar, kötü algılamışlar. Dilini iyi öğrenmişler, öğrenememişler. Eli yüzü düzgün atelyelere rastlamışlar, rastlamamışlar. Yine de bir yurt dışı yaşam ve öğretim tecrübesi geçirmişti çoğu. Aralarında, Turgut Zaim, Ali Çelebi, Zeki Kocamemi ve yabancı ülke transferi olmakla birlikte burayı iyi özümsemiş bir Eren Eyüboğlu başta olmak üzere, ressam kumaşlı adamlar da vardı. Ama, inanılmaz bir ilgisizlik ve umursamazlık tablosu sergiliyorlardı. Bizim renk, desen, perspektif, motif, ton, kontur diye gece yarısına kadar tutkuyla çırpındığımız dönemde ilgisiz ve bomboş oturuyorlardı. Aralarında aylardır eline fırça almamışları vardı. Sanat konularını tartıştıklarını hiç görmüyorduk. Buna karşılık, Tophane kahvelerinde pişti oynuyorlardı. Resim’den bu kadar genç yaşta, bu denli nasıl soğunabileceğini aklımız almıyordu. Oysa bizim, az biraz büyüğümüz, Loncada bizden ileri ama hala genç ve coşkulu, hem de yabancı ülke tecrübeli falan ağabeylerin örnek oluşturuculuğuna öylesine ihtiyacımız vardı ki.

Buraya kadar karşılıklı ilgisizlik, daha doğrusu bir kesimin yani büyüklerin biraz da genelde yaşamdan soğumuşluktan kaynaklanan ilgisizliği var. Duvar falan yok henüz. Ancak 1940’ların akışı bir farklı. Küçüklerin ayrı ayrı naklettiği anılara ek olarak, o yılları iyi bilen ve hatırlayan sanatsever bazı kişilerle yapılmış söyleşilerden alınan izlenimlerle ortaya tek ağızdan anlatılıyormuşçasına şöyle bir öykü çıkıyor:

          Lévy’ye lisan ve biraz da dünya bilen genç yardımcılar arandı. Biz de boş oturan ama, aslında değerli bu ağabeyler Akademi’ye bulaşıyor diye sevinçliydik. Ama, en değerlilerin ve gerçek ressamların pek azı girebildi, devreye. Toplu bir harmanlama ve toz dumandan sonra, çoğunlukla ressamlığı cılız olup da kariyerist, oportunist tarafları önde gelenler Akademi atelyelerinde boy gösterir oldu. Sonra koskoca Nazmi Ziya gölgeye alındı, çeşitli ayak oyunlarıyla. Bu arkadan gelenler pek baskın çıkıyordu. 1940’larda artık önlerindeki tek ayak bağı bizdik. Resim’i yaşımıza göre teorik olarak ve tekniğiyle iyi biliyorduk. Fena da yapmıyorduk. Bir asıra yaklaşan geçmişinde sadece peyzaj, cici portre ve ölü doğayla ilgilenmiş Türk resmine gerçek Türk insanı unsurlu canlı doğayı getirmek gibi toplu bir arayışımız vardı. Hepsinin ötesinde hudutsuz coşkulu, gayretli ve azimliydik. Ressam kişiliğimizden ve fırçamızdan duyulan ürküntü, gerçekçilik arayışımızı bahane ederek ucuz solculuk suçlamalarına ve vıcık polisiye jurnalciliğe yol açtı. Öyle geçici bir rahatsızlık yaratıp bir süre için baştan defetme gayreti ile sınırlı kalmadı, bu karşıtlık tavrı. Yıllar, on yıllar boyunca sürdü. Geçimimizi zorlayıcı, resmi sanat tarihinden adımızı sildirici, görgü-bilgi gezileri bir yana sağlık arayışlı çok kısa seyahatler için bile pasaport verdirtmeyici bir tavır.”

                                                                 1930 Sonlarında İstanbul ve Türkiye

İstanbul 1930 başlarını keyifli geçirir. Binlerce yıllık metropoliten güngörmüşlüğü içinde Osmanlı’nın Batışı-Sarı Paşa’nın Gelişi” olgusunu baştan biraz rehavetle karşılar. Ama, yeni, çağdaş-ileri bir toplum oluşturma ateşi İstanbul’u da ısıtmağa başlar, 1930’lara doğru. Ulusalcı ve ulusal onuru gözetici refleksler belirmeğe başlar. Rehavetten silkinmeye geçişin, yeni umutlar arayışının iyimser havası, İstanbul’un olağanüstü doğa zenginliği ve yaşam renkliliğiyle birleşiyor. “Olağanüstü bir şeydi” diyorlar, Nuri Bey ve arkadaşları, “ O İstanbul’da yirmi yaşlarını geçiriyor olmak.”

Geçim sıkıntılı bir günlük yaşam, aslında. Ama, Atatürk Türkiyesi’nin umut zenginliği, İstanbul’un o binlerce yıllık yorgunluğu içinde sunduğu solgun güzellikle birleşince dayanılmaz bir çekicilik çıkıyor, ortaya. Bu bizimkileri bu çekicilikle birlikte doyuran bir unsur daha var. Yeni ufuklara açılma, yeni her şeyi duyup öğrenme coşkusu içindeler. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi çok derin etkileyici bir düşünce adamı-hoca var ellerinin altında. Onun açtığı kanallardan, Nuri-Selim ikilisi başta olmak üzere, o kuşağın sonradan “Yeniler” olarak anılacak uyanık gençleri, yeni ilişkilere doğru ilerliyor. Epeyce büyükleri Hilmi Ziya Ülken, M. Şekip Tunç, Abdülbaki Gölpınarlı, Peyami Safa, daha az büyükleri Sabahattin Eyüboğlu ile merhabaları oluyor. Bilgi dağarcığı genişletme ve yeni perspektifler yakalama arzuları çok güçlüdür. Ulaşabildikleri üstad kişiler arasında sağcı-solcu (ya da muhafazakar-aydınlıkçı) ayrımı pek yapmıyorlar. Ama bu taraftan da devrin bir diğer ustası ve heyecan verici pınarı Nazım Hikmet’in çeşmesinden de susuzluk gideriyorlar.

Yıllar sonra hala derin saygıyla yadettiği Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine Nuri Bey’in yazıya döktüğü anı kırıntıları bu ciltteki Nuri İyem imzalı yazılar arasında verilmiştir. Oraya girmemiş bazı anekdotları Nuri Ağabey’den, bu yakınlardaki sohbetlerimizde dinledik.

“Epeyce muhafazakar, bir çeşit kaçınılmaz Osmanlı kalıntısı bir adamdı, Hamdi Hoca. Hilafet’in Ilgası kararı üzerine sabaha kadar ağladığını, bir hafta evden çıkmadığını yıllar sonra hala hüzünle anlatırdı, bize. İslamcı falan değildi. Ama, Osman ile hamur olmuş yüzlerce yıllık Türk kültüründen bir kök koptuğu için üzülmüş. “Bursa’daki şadırvanda şakırdayan su imajı” da onun köklere olan duyarlı bağlılığının bir ürünüdür. Ama köklere olan bağlılığında da esas olarak bir şiirsellik vardı. Müzmin bekar olarak küçük, mütevazı evlerde, kitaplarının dosyalarının arasında yaşamıştı, hep. Gümüşsuyu ara sokaklarındaki son evinde karşı bahçedeki güzel ağaçların hoş görünüşüyle mutlu olurdu. Sonra bir inşaat işi ağaçların kesilmesini gerektirdiğinde derin acı duymuştu…. Paris’e gençliğinde sadece bir kez ve kısa süreli gitmiş olmasına karşın, Fransız Edebiyatı ve Kültürü ile Paris yaşamının yumuşak şiirselliği ve Müzeleri’ndeki resimlerin sıralanışı ayrıntısına kadar Paris olayına çok kapsamlı hakimdi. Çok tatlı ve adeta yaşatarak anlatırdı. Yıllar sonra Paris atelyelerinde resim eğitimi ya da ihtisası şansı verilmiş, bizden önceki kuşağın bazı sanatçıları bilgi ve kültür dağarcıklarına bir şeyler eklemeden, kulaktan dolma sıradan malimatla buraya dönüşlerinden de üzüntü duyardı…. 1950’leri bulmuşuz. Benim serserilik akşamlarından birindeydi. Gece yarısı sarhoş, Taksim’den Şişli’ye doğru yalpalamalı bir yürüyüşle gidiyorum. Divan Oteli ve önündeki kahvehane pastahane yeni açılmış, henüz. Oralardan geçerken ‘Nuri’ diye bağırdılar. Hamdi Hoca ile Sabahattin (Eyüboğlu) Ağabey. Gittim, masalarına çöktüm. Eyüboğlu, Hamdi Hoca’yı sağda solda dağınık yayınlanmış, bir bölümü de hayranlarınca ezberlenmiş ama yayınlanmamış şiirlerini vakit geçirmeden bir kitapta toplanması yolunda ikna etmeğe çalışıyordu. Üstü kapalı laf dokundurarak benden de yardım istiyordu. Ancak, Hoca mahviyatkar ve yaptığı işe ve bu arada şiire çok saygılı bir insandı. Onun için kitap demek, namus demekti. Büyük sorumluluk demekti. Bütün şiirlerinin elden geçirilmesi, bir bölümünde gerekirse ufak tefek değişiklikler yapılması demekti. Bunu, ancak ileriki yıllarda düşünebileceğini söylüyordu, Hamdi Hoca. Başka şeylerden de konuşuldu, sonra. Nefis bir gece yarısı söyleşisi olmuştu…”

Bu son öyküde sözü edilen aydın çevresi ilişkilerinin temeli, yukarıda hatırlatıldığı gibi, 1930 sonlarında atılmıştı. Genç ve coşkulu aydın olma arayışının bir parçasıydı, bu. Ama bu atılgan insan sever, “yurt-toplum nedir ne değildir?” ile kafa yorabilen bir avuç adamın farklı dostluk çevreleri de vardı. Nuri-Ferruh-Fethi-Mehmet’in kahveci, lokanta garsonu, dükkan çırağı gibi insanlarla içten merhabaları vardı. Mümtaz, makine-motor merakının kendisini sürüklediği tersanelerdeki tamirci ustalarıyla arkadaşlık ediyordu. Üsküdarlı Selim’in sahil olayına, balık ağlarına merakı vardı; balıkçı dostlar edinmişti. Bu ilişkiler yaşam gerçeklerini duyumsayarak ve tadarak gün geçirmelerine yardımcı oluyordu. Bir de Kemal Sönmezler’in ateşleyiciliği vardı, tabii ki.

Nuri İyem’in, kendisine hasredilmiş bu iki ciltlik geniş yayının aynı zamanda değişik amaçlara ve işlevlere yönelik olmasını arzuladığı biliniyordu. Türk Sanat Tarihi’nin çok gölgede bırakılmış (ya da bıraktırılmış), az bilinen 1935-45 dönemine bu vesileyle ışık tutmasını çok istiyordu. Bu amaçla dönemin anılarını deşerken, o günlerin genç aktörlerinin düşüncelerini, tavırlarını, umut ve umutsuzluklarını, tüm bir kuşağı (hem de çok yetenekli kişilerin bolca bulunduğu bir kuşağı) savuran etmenleri toplu olarak gözden geçirip yazıya dökme çabasına da girişti. Nuri Bey’in 2001-2002 yazılarının bir bölümü buradaki alıntıların göndermelerin kaynağını oluşturdu. Kemal Sönmezler olayını da kendisiyle sık görüştük. Notlar aldık, hatta, bu ciltlerin teknik entellektüel editörlüğünü yükümlenmiş bulunan değerli genç dost Soner Özdemir’in yardımıyla ses kayıtları falan da yapıldı. Ama sonunda, Kemal Sönmezler ile ilgili yazdığı önemli bir metnin, üslubuna hiç dokunulmadan sadece çok tatlı anlattıklarından biraz destekleme ile cildin devamındaki Nuri İyem’in yazdıklarından seçkisinin içine girmesi daha uygun olacağı düşünüldü. O metin, aynı zamanda, 1935-50’ler Türkiyesinin “Yeniler”in; Liman Sergisi’nin ve kuşakta savrulmanın ve yarı yitikliğe doğru gidişin, bir gerçek tanığının ağzından ve kaleminden öyküsüdür. Sanat tarihçileri ve ciddi sanat yazarları için paha biçilmez bir kaynaktır.

Kemal Sönmezler, yaşının iki-üç ileride oluşunun, yüzme ve dalmadaki gözüpekliğinin, ailesinin rızası hilafına Akademi’ye gelmiş, yani biraz ipten kazıktan kurtulmuş ilk örnek oluşunun prestijine sahiptir. Ama, yılların akışıyla, kuşak arkadaşları içinde daha da itibar kazanmasına yol açan olay, savaş ve nazizm-faşizm-emperyalizm aleyhtarı, bir kitabı kıt zamanında yazıp, daha da kıt bütçeyle bastırması olmuştur. 25 yaşında taşralı bir Türk genci, 1938 Türkiyesi’nde, savaşın, aslında, bir ekonomik zenginlik ve özellikle petrol kaynakları paylaşım savaşı olduğunu dile getiriyordu. Gözüpekliğin ötesinde müthiş bir medeni cesaret gösterisiydi. Bütün grup içinde biraz ağabey olan bu Kemal en çok Nuri İyem’e yakındır. Akademi’ye gelip gidişlerde çoğunlukla ikisi beraberdir. Bu yakınlığın getirdiği rahatlıkla, Nuri Bey, Sönmezler’i daha içeriden tanımış ve şöyle anlatmıştır:

“Hikmet Onat Hoca’nın kızlı erkekli birçok öğrencisi vardı. Nerede ise bu eski öğrencilerin belirgin ortak yönü eni konu kabiliyetsiz olmaları idi. O öğrencilerin arasında en yenileri, Kemal’le ikimizdik. Öte yandan, Hikmet Hoca’nın en güvendikleri de bizdik. Öğrenci yarışmalarında da atölyenin yük akı yine bizler idik. Gün geçtikçe Kemal’le arkadaşlığımız artar olmuştu. Sonunda onun ne evi, ne ailesi olmayan kimsesiz biri olduğunu sandım: Fatih Camii’nin medresesinden kalma bir bölümünde oturan öğrenciler arasında en yoksulu idi, o. Orada kalan öğrencilerin tümünde bir sedir, bir karyolacık ya da kerevetimsi, üstüne yatak serilecek bir şey bulup, böylece taş zeminden biraz yukarıda yatmak olanağına kavuşurlarken, Kemal’in taş zemine serilmiş kağıtlar, mukavvalar üstüne yerleştirilmiş, koyun postakilerinle yatak ve üstüne örtecek olarak, yine postakiler, arasında uyumakta olduğuna şahit oldum. İyi ama Kemal’i o günlerin İstanbul’daki solcu genç çevresi tanıyordu. Hasan İzzet Dinamo’dan, çok seneler (Alman işgaline kadar) Fransa’da bulunmuş Reşat Biçer’e kadar pek çok insanın tanıdığı bu Kemal Sönmezler, şu berbat koşullar içinde yaşamını sürdürsün… Bayazıt’ta, Küllük’te toplaşan, sol ya da solumsu bütün edebiyatçıların malumu idi Kemal Sönmezler; Rıfat Ilgaz’dan, A. Kadir’den, Ömer Faruk Toprak’tan, Bursa’daki öğrencilik yıllarından beri Celal Sılay’dan, Arif Dino’dan, Neriman Hikmet’ten, Reşat Fuat Baramer’e kadar, hepsi tanırdı bu Kemal Sönmezler’i.”

Düzen kollayıcısı üst mekanlarda, bu ilişkilerinden dolayı ve anti-faşist kitabı yüzünden Sönmezler adının karşısına bir çarpı (x) konuyordu. Yakın arkadaşlarının ilk mimlenmesi de belki bu kitap olayına dayanır. Ama, Kemal-Nuri ve diğerlerinin sadece mimlenme değil de, isimlerinin üzerine kocaman bir çarpı (X) konması olayı “Liman Sergisi” ile başlar.

Nuri Ağabey ve rahmetli Selim Baba başta olmak üzere, bu kuşağın sanatçıları ile, bana onur verici kişisel dostluk ilişkimiz oldu, yıllar yılı. “Liman Şehri İstanbul” olayını farklı belleklerde yer etmiş biçimiyle ve değişik üsluplardan çok dinledim. Bu yakınlarda Nuri Ağabey yeniden biraz anlatı. Anıların ayrıntısından ortalama bir öykü şöyle çıkıyor.

          Yaşça büyük, atelye kıdemlisi ve politik yazarlık sabıkalısı Kemal şöyle bir düşünce geliştirmeğe başlıyor: Yahu, bu bizden az öncekilerin doğa, ağaç, ölü doğa İstanbul görüntüleri, birazcık da yarı kübist stilize edilmeyle işlediklerini falan kenara koyalım. Bak Namık İsmail’ler İstiklal Savaşı resimleri yapmışlar. Yani çevreden toplum ve insani tavır görüntüleri zaten denenmiş, bir ara. Şimdi toplumsal çelişkilerin resmedilme zamanı. Şu İstanbul şehri açık laboratuar gibi bir şey. Buradan kesitler almayı deneyelim. Bu fikir etrafında buluşacaklarla bir grup hareketi oluşturalım.

Toplumsal gerçekçiliğe belli belirsiz ilk göz kırpmadır, bu, aslında. Kilim deseniyle folklorculuğun ucuzluğuna düşmeden, insan ile ilgili yerel özü arayıştır, bu. Koridorlarda bu meseleyi Kemal’in alçak sesle ilk önce resim anlayışı yönünden çok yakın bildiği Turgut Atalay ile ikili müzakere ettiği gözleniyor. Fethi (Karakaş)’nin biraz haberi oluyor. Kemal, daha sonra, öbür arkadaşlarına da açıyor kafasındaki planı. “Toplum yaşamını sergileyecek gerçekçi insan manzaralarıyla dolu resimler yapalım. Bunların kendi uygun göreceğimiz bir bölümünden şöyle dolu dolu bir sergi açalım.

Nuri Bey’in belleği, Sönmezler’in bu grup oluşturma ve sergi açma planlarından kendisine diğer arkadaşlarının tavrını tarttıktan sonra, söz açtığını söylüyor. Ama, çok hoşlanıyor bu düşünceden, Nuri Bey ve gerçekleşmesine aktif katılıyor. Mümtaz (Yener) ve Selim (Turan) ise Sönmezler’in ilk elleşmelerini pek anımsamıyorlar. Onlara göre “Kemal-Nuri” ikilisi öne katmış bir canlılık götürüyor. Selim Bey ayrıca eklemiştir: “İlk fikir Kemal’den ve biraz Turgut’tan çıkmış olsa bile gerçekleşmesinde motorluğu Nuri yapıyordu. Grup hareketi ateşi ve becerisi çok iyiydi, Nuri’de. Ayrıca ressamlığı birinci sınıftı. Herkes onun peşinden gönül rahatlığıyla giderdi.” 1939-40 kışı bu projenin heyecanıyla geçerken, plastik ve toplumsal tavır bir yenilikçilik olgusunu ortaya koymaya başlıyor. “Yeniler Grup Hareketi” olarak etkinlik bulacak akımın ilk kez kuluçkaya yatışı da bu dönemdedir.

Garip ve talihsiz bir olay yaşanıyor, bu arada. Bir avuç gencecik adamın toplumsal konulara yinelik bir karma sergi hazırlığına girdiği duyuluyor. Ses çıkartacak toplu hareketlerin içinde olmaktan çok hoşlanan Abidin Dino, kendisinden birkaç yaş küçük olan bu bizimkilere rampa yapmayı dener. İlerici toplumcu siyasal düşünceler taşıyor olmakla birlikte, Dino, hayata karşı genel tavrı ve medyatik olmaya, adından söz ettirtmeye düşkünlüğü dolayısıyla, bizim çiçeği burnunda Akademililer’in yaşam ve sanat üslubuna ters düşer. Aralarına almak istemezler. Zaten Abidin Dino’nun ressamlığını da hiç ciddiye almamaktadırlar. “d Grubu”nun katılımcılarından biri olarak da, daha ziyade çevre ilişkilerinde etken olmuştur. Öte yandan, bizim grup Akademililere “d Grubu” olayını şiddetle eleştiregelmişlerdir. Ancak, Abidin Bey hoş ve sevimli bir entellektüel kişiliğe sahip ağabeysi Arif Dino’nun bizim gençler, özellikle Selim Turan nezdindeki prestijini kullanarak, gruba girmeyi becerir. Herkesin pek içine sinmez, ama “gene de, buyursun” denir. Ferruh (Başağa) bu buyuretme tavrına karşı çıkar ve sergiye katılmayı reddeder. Ayrıca, Ragıp, Selahattin, heykeltraş Hüseyin de “Yeniler” hareketinden ayrılır. (Yukarıda atıf yapılan yazısında, Nuri İyem olayı genişçe anlatmıştır. Sergiden kısa bir süre sonra Abidin Dino’nun bir gazete ilanıyla Yeniler Hareketi’nden uzakaştırılması ise, ek bir garabet oluşturmuş gibidir.*

Bu doküman diğer metinlerde de yer almış olmakla birlikte, yazar burada Liman Sergisini ve sonuçlarını kendi üslubuyla kısaca anlatmakta yarar görmektedir.

                                                                  Liman Sergisi Ne Getirdi? Ne Götürdü?

Yazarın önceki yazılarından hafif değişikliklerle yapılan aşağıdaki alıntılar Liman Sergisi’ni, baş aktörlerinin ağzından özetliyor. Sırasıyla Nuri İyem, Selim Turan ve Mümtaz Yener anlatıyor.

          “1938 sonbaharında Akademi salonlarında açtığımız öğrenci sergisi anlamlı bir faaliyet olmuştu. Léopold Lévy bunun, dünyadaki en ünlü akademiler için bile çok başarılı bir öğrenci sergisi sayılacağını herkese söylüyordu. Bizden on yaş kadar büyük ve hepsiyle her zaman çok iyi geçindiğimiz iddia edilmeyecek Akademinin yeni asistanları da çeşitli eleştiriler getirseler bile, özde bu serginin ileri bir hamle olduğunu fark ve kabul etmişlerdi. Bizim kendi yargımıza gelince, yurt dışı tecrübe edinememiş ama müthiş bir kitap, dergi, reprüdüksiyonlu albüm izleyicisi, okuyucusu olarak (Sanayi-i Nefise döneminden kalma eski kitaplığa, tüm dünya sanat basını, günümüzde hayal bile edilemeyecek bir bollukta erişirdi.)ve Levy’nin ressamlığından değil de ufuk açıcı düşünür yönünden çok yararlanmış tutkulu genç sanatçılar olarak çok mükemmelliyetçi ve yaptığını çok zor beğenir bir yapıdaydık.”

_____________________

* Bu satırların yazarı, çok sonraki dönemlerde rahmetli Abidin Dino’yu, Paris yaşamı içinde, bir miktar tanımıştır. Bir yandan, renkli kişiliğini takdir ederken; öte yandan, çevre genişletmeye ve her ne pahasına olursa olsun her yerde adından bahsettirmeye ve önde gözükmeye olan neredeyse marazi merakını çeşitli vesilelerle ve hafif üzüntüyle izlemiştir. Bu ilginç kişiliğin, bu tür insani zaaflarla sarmalanmış oluşu yazarı hep hüzünlendirmiştir. Ayrıca, sanat bilgisi ve duyumsaması sınırlı bazı kişilerin kulaktan dolma malumatla Dino üstadı uluslararası parlak kariyer yapmış büyük ressam olarak lanse etmelerini de hayretle izlemiştir ve izlemektedir. Abidin Bey’in ressamlığı hiç yoktu. Zeki bir insan olarak kendisi de bunu iyi bilirdi. Ressamlık kariyeri falan da olmamıştır. Tek tük resimi ile daha bol mevcut desen ve gravürleri yıllar sonra sadece Türkiye’de sergilenir olmuştur. Bana yıllar önce hediye ettiği bir gravür de, aslında sanatsal değerinden dolayı değil, ama anı yüklü bir obje olarak, evimdeki bir duvarda yerini almıştır. Rahmetle anıyor, ama bu tür açıklamayı da vicdani bir zorunluluk olarak görüyorum.

          “Nuri ile Kemal, İstanbul’un sosyal-fiziksel gerçeğini hepimizden iyi bilen, çok uyanık, meraklı ve üstün resim yeteneğine sahip, sevilen iki arkadaşımızdı. Ayrıca, kendi aralarında çok kuvvetli dostluk bağları bulunurdu. Bu ikili, şehire açılma kıvamına geldiğimizi ve vurduğu yerden ses getirecek bir sergi yapabileceğimizi söylüyordu. 1940-41 kışı, yılbaşı günleri falandı. Turgut (Atalay), Haşmet (Akal), Fethi (Karakaş) falan hep birlikte düşünmeğe başladık. Şehire şehirle açılmanın uygun olacağı ortaya çıktı ve “Liman” gerçeğinin çeşitli yönlerini incelemek üzere aramızda iş bölümü yaptık.”

          “Aileden gelen makine, motor, fabrika merakım dolayısıyla dok tamirhanelerini benim incelemem son derece makuldü. Ama makinelerin gıcırtılı dinamizmini gözlerken, paydos saatinde fabrika kapısında biriken hüzünlü insan yığınlarının oluşturduğu sessiz potansiyele, yirmi iki yaşın coşkusu içinde duyarsız kalamazdım. Sonra, sergide, müelliflerden sadece benim bulunduğum bir gün, dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı başta olmak üzere askeri-mülki erkan ziyarete geldi. Tamirhane önündeki çıplak ayaklı yığınlar üzerine bilgi aldılar. Komutan, güngörmüş, ölçülü, fevkalade olgun bir insandı; öyle sorgu sual ederek değil, sohbet havası içinde fabrika işçisini, fırın işçisini nasıl algıladığımı algıladığımızı konuştuk. Erkan teşekkür ve tebriklerle ayrıldı. Basında da tek tük kişisel kıskanmalı yergiden gayri hep teşekkür ve tebrik sözcükleri kullanıldı, hakkımızda. Ama daha uzun vadeli bazı kıskaçların bizi bazı köşelere sıkıştırdığının farkında değildik.”

Toplumsal bir bomba patlamıştı, o 10 Mayıs 1941 günü… Dokuzu ressam (Haşmet Akal, Agop Arad, Avni Arbaş, Turgut Atalay, Nuri İyem, Fethi Karakaş, Kemal Sönmezler, Selim Turan, Mümtaz Yener), biri grafik sanatçısı (Yusuf Karaçay), biri heykeltraş (Faruk Morel) ve biri de fotoğraf sanatçısı (İlhan Arakon) bu gencecik on iki gerçek dev adam ve ek olarak bir de Abidin Dino, dinamitleri fitillemişlerdi. Ülkede önceki on-on beş yıl boyunca sergilenen mızmız, pısırık sanat yaklaşımı yerle bir ediliyordu. Ayrıca, oraya asılan resimler “pentur” olarak da birinci sınıftı. Açılışta şık makasla cici kurdela kesilmesi yerine tavandan sarkan balıkçı ağları kasatura ile cart diye kesilmişti.

Aydınlar etkilenmiş, basın sansasyon yakalamaktan dolayı çok mutlu, amatör meraklılar alabildiğine keyifli. Ama yukarıdaki özetlemelerde Mümtaz Yener’e ait izlenimlerde belirtildiği gibi, bir kıskaç kavramağa başlamıştı bu Yeniler’i. Yaptıkları fazla yeniydi, aşırı yenilikçiydi. Önceden sadece Sönmezler’e yönetilmiş kuşkulu bakış, artık hepsi için geçerliydi. Nuri İyem ataklığı, çekinmeden konuşması, grup toplayıcılığı gibi özellikleriyle bu kuşkulu bakışların yoğunlaştığı odağa yakın bir yerdeydi. Sinsi kovalamacalar, Akademide asistan olarak alınmama, pasaport verdirtmeme ayak oyunları hepsi o tarihlerde başlıyordu. Yıllar yılı gidecek bir “gizli gözaltı” sürecine giriliyordu.

“Etrafımızda daralan kafesler bizi gittikçe daha fazla sıkıyordu.” diye söze giriyor Nuri Bey. “Ama, bir başka türlü coşkuluyduk ve her şeye rağmen iş yapma azmi taşıyorduk. Ayrıca, mizah ucundan yakalamağa matrağa olmağa çalışıyorduk, sıkıntıları. Yoksa, çatlar giderdik. Mizahı güçlendirici traji komik olaylar eksik olmuyordu.” Bunlardan iki tanesi olayları içeriden yaşayanlar tarafından ve kahkahası bol biçimde şöyle nakledilmiştir.

  “Bu mahpusluk ne menem bir şeyse, bazı dostlar bile selamı sabahı keser olmuşlardı. Yolda gelirken karşıdan görenler kaldırım falan değiştiriyordu. Beyoğlu’nda dolaşırken baktım çok saygıdeğer bir dost, Sait Faik, benimle aynı kaldırım üzerinde karşıdan geliyor. Yakıncaydı. Adamı sıkmamak için ben kaldırım değiştirmeye kalksam farkedecekti. Hemen yanımdaki Japon oyuncak mağazasının vitrinine bakarken dalmışım gibi yaptım. Bir el omuzuma dokundu. “Hey Nuri, nasılsın? Korkma, ben onlardan değilim. Geçmiş olsun. Ayrıca biliyor musun, benim Medarı Mahişat Motorü’nü de toplattılar. Haydi sağlıcakla kal.” deyip gitti…

…Bu patırtıda askeri mahkemelerle falan uğraşırken bu bizim Yeniler grubundan da biraz ayrı düşmüştüm. d Grubu’nun köstekleyici etkilerine ve Akademi içinden çelmelenmelere rağmen Yeniler Grubunu yeniden bir araya getiren ve sergiler açmaya teşfik eden Ferruh Başağa’dır. Aslında, Ferruh, Yeniler’in ilk sergisine neredeyse katılıyordu. Ama, Abidin Dino’nun gruba katılması Ferruh Başağa’yı ve diğer bazı arkadaşları daha gruptan uzaklaştırmıştı. Ferruh Başağa’nın dağılan Yeniler Grubunu yeniden toparlayabilmesi sonunda İsmail Hakkı Oygar’ın açtığı galeride bir de sergi düzenleyebilmesi Yeniler’i ikinci kez yaşama kavuşturdu. Ondan sonra Yeniler’in daha birçok sergisi açıldı. Gruba yeni katılanlar da oldu.”

          “1946 baharında Nuri İyem, Fethi Karakaş, Ferruh Başağa üçlüsü, Beyoğlu’nun uygun bir yerinde (Asmalımescit, Önay Apartmanı’nın çatı katı) hem kendilerinin çalışabileceği, hem de meraklılara ücret karşılığı özel resim dersi vermekte kullanabilecekleri bir atelye kurarlar. Türkiye’nin ilk özel resim dersanesi olan bu yer bir süre sonra popülerleşir. Baylı, bayanlı öğrenciler gelip gitmeye başlar. Ayrıca, sanatçı dostları zaman zaman uğrar. Düzeyli bir entellektüel ortam oluşur. Aralarında Ömer Uluç gibi yetenekli gençlerin de bulunduğu öğrenciler, sergi falan yaparlar. Bu arada Yeniler kendi yandaşları edebiyatçılarla da bazen ünlü ‘Küllük’ ortamında mekan bulan dostluklar geliştirmişlerdir. Orhan Veli’ler, Hüsamettin Bozok’lar ve diğerleri. İstanbul Vilayetinde üst bürokrat olarak görevli ve sanat çevrelerinde hem edebiyatçı yeteneği, hem de efendiliğiyle tanınan, sevilen bir dostları da vardır. Eşi Asmalımescit’teki resim derslerine yazılır. Orta yeteneklidir. Ama kültürlü ve sevimli bir hanımdır. Çevreye girer. Oradaki insanlardan dostlar edinir. Epeyce bir süre o ortamda kalır. Sonra ayrılır. Yıllar sonra öğrenilir ki, edebiyatçı dostun eşi, atelyeye bir miktar polisiye gözlem yapmak amacıyla kaydolmuştur. Valilik de, o ara emniyetle de bağlantılı bir pozisyonda bulunan edebiyatçı dost Asmalımescit atelyesinin, galiba (ve pek çok maalesef) akademi yönetiminin kurcalaması ve kurt düşürmesiyle sıkıca gözlem altına alınacağını öğrenince, olayı yumuşatmak ve kafa göz yardırtmadan halletmek üzere kendini ortaya koymuştur. Eşi aracılığıyla hafifletilmiş bir takip yaptırmıştır. Kahramanlarımız bereket versin solcu molcu çıkmamıştır bu dolaylı soruşturmadan. (Kendi aralarındaki bir şakalaşmaya göre, biraz sarhoşça bulunmuşlardır sadece.)

Yukarıda kaleme almış olduğum biçimiyle bu son öykünün ilk nakledilişinin üzerinden yirmi yıla yakın zaman geçti. Bunca zaman sonra Nuri Ağabey’e bu öyküyü anlattığım şu birkaç satırı okuyunca kendi anılarıyla da birleştirerek çok hoşlandı. Bir de kahkaha patlattı. “Yahu, üzerinden yıllar geçti, artık bu edebiyatçı dostun adını da saklamayalım. Bizi sadece bu öyküde sözü geçen zor durumdan değil, diğer bazı münferit olaylarda da çok dostane biçimde ve ağabeyce ikaz ederek bizlere bir çeşit kanat açmış bulunan bu değerli insan, Orhan Hançerlioğlu’dur.”

Liman Sergisi ve Yeniler devresinin Türk sanat dünyasında plastik arayış ve entellektüel dozaj yoğunluğu çok yüksek, toplumsal gerçekçilik boyutunu da ilk kez halının üzerine döken bir anlatışı yakalamış olduğu altı çizilerek hatırlanmalıdır. Sadece ülkemizde değil, dünyadaki herhangi bir sanat ortamında da rastlanması çok zor bir iç kaynaşma ve çok güçlü bir dostluk bağlantısıyla bir araya gelen bir avuç adamın neler yapabileceğini göstermesi yönünden fevkalade ilginçtir. Ancak, gerek sanat ortamının içinden, gerekse düzen gözeticisi yarı gizli kuruluşların penceresinden Limancılar, bu grup hareketinin çözüşmesi ve elemanlarının tek tek savrulması yolunda çok şiddetli baskı altında tutulmuşlardır. Kemal Sönmezler’in çok kısa bir süre, Avni Arbaş’ın epeyce daha uzun bir süre, Selim Turan ile birkaç yaş gençleri bir Nejad Devrim’in yaşamları sonuna kadar yabancı ülkelerde yaşama yoluna gidişleri de 1940’ların ikinci yarısında artık dayanılmaz hale gelen bu baskıların sonucu olmuştu.

                                     Modernlik, (Toplumsal) Gerçekçilik: Bağdaşmalar ve Çelişmeler

Nuri İyem’in sergilediği coşkulu ve polemikçi üslup sadece dost sohbetlerinde ve konferanslarında benimsediği bir yaklaşım değildi. Resimden söz ederken kendinden geçiyordu. Çok geniş bir bilgi dağarcığına ve derinlemesine bir sentezleme yetisine sahipti. Kendi çözümlediğini başkalarının da bilmesini, irdelemesini, üzerinde tartışılmasını çok seviyordu. İlk gençliğinde Giresun’da tam bir ders yılı bile sürmeyen formel resim hocalığı deneyiminin dışında resmi hocalık hiç yapmamıştı. Ancak, ufak tefek özel atelye dersi denemeleri oluyordu. Ama bundan da daha öte, çevresinde dolaşan daha genç sanatçılara sürekli bir eğiticilik ve özendiricilik yapma eğilimindeydi. Daha doğrusu bu bir eğilim de değildi, içinden öyle geliyordu, ve bu doğal dürtünün gereğini yerine getiriyordu. İlk gençlik anılarından söz edilirken bazen Nasip (İyem) Abla da söze karışırdı. “Yaş farkımız kendisine ağabey gözüyle bakmamızı gerektirecek kadar fazla değildi. Ama biz biraz daha genç sanatçılar için, Nuri Ağabey müthiş bir özendirici motor ve akıl almaz bir ayaklı kütüphane idi. Kendisi ile uzun dakikalar hatta bazen saatler süren ayaküstü söyleşilerinde dünya kadar şey öğrenirdik. Anlatışındaki coşku, inandırıcılık ve güvendiricilik emsalsizdi. Ayrıca da çok yakışıklıydı. Bizim için sadece ağabey değil, yarı ilah gibi bir şeydi. Bir gün bana yaklaşıp ‘Nasip benimle evlenir misin?’ dediğinde kendimi gökyüzünde uçar gibi hissetmiştim.” Nuri-Nasip İyem ikilisinin iki çocuk ve üç torunla birlikte oluşturduğu mutlu aile tablosu Türk sanat dünyasındaki en başarılı örneklerden biridir. (Nuri Bey de kendi sözcükleriyle ‘Annem ve sevgili Aliye Ablam benim yakından tanıdığım ve çok kuvvetli duygularla bağlandığım iki kadındır. Daha da farklı duygularla bağlandığım üçüncü kadınım ise Eşim Nasip olmuştur. Bütün gençlik yıllarım boyunca alabildiğine can alıcılığı, dayanılmaz kertede çekiciliği ve fiziksel güzelliği ile kadın denen yaratık benim için bir kördüğümdü. Ancak, daha sonra kadındaki bu büyüleyici güzelliğin asıl yapısının insan olduğunu anladım. Peygamber Efendimizin birkaç kadınla evlenilebilir icazetinden bu yana, kadının insan tarafını küçümseyen, hizmet aracı tarafını ön plana çıkaran ve toplum içinde gerçek yerini, değerini buldurtmayan binlerce yıllık olumsuz birikime karşın, bizim toplumumuzda da insan-kadınlar hala mevcuttur. Ben bunlardan birinin eşi olmanın mutluluğunu ve keyfini sürdürüyorum.’)

Yukarıda sözü edilen eğiticilik, özendiricilik ve yönlendiricilik erdemleri, Nuri Bey’in kalemine de yansımıştır. Sadece yakın çevresiyle değil, tanımadığı insanlara, tüm toplum katmanlarını da bilgilendirebilmek ve uyarabilmek amacıyla uzun yıllar filozofça yaklaşımlı bir sanat yazarlığı etkinliği sürdürmüştür. Bu yazılarından birbirini tamamlayıcı ve fikir verici bir seçki, yukarıda da sözü edildiği gibi, bu ciltteki metin sayfalarında yer almaktadır. O yazıların bir bölümünde Nuri Bey, kendi üslubuyla çağdaş olmayı, ulusal olmayı, ve toplumcu endişeler taşıyan aydın insan olmayı çok mükemmel biçimde anlatmaktadır. Ancak, burada yazarın kendi üslubuyla bu konulara bir değinmesi Nuri İyem’in çoğulculuğunu betimlemede bir eksiklik kalmaması yönünden, gerekli görülmüştür.

İnsan unsuruna sadece fiziki görüntüsü ve onun telkin ettiği görsel etkileyicilik açısıyla değil, toplum içindeki yeri, davranışı, başkalarıyla olan ilişkisi perspektifinden bakabilmek sanatsal gerçekçiliğin kaçınılmaz gereğidir. Gündelik yaşamdaki sıradan gibi gözüken işlerin arasındaki mevcudiyetiyle insan bireysel varlığını tam bir açıklıkla gözler önüne serer. Ama, bunun yanısıra, ait olduğu toplum parçasının, katmanının bir çeşit temsilciliğini de yapar. İnsanı tüm bu yönleriyle yakalayıp anlatabilme ve hele toplumsal yaşam çelişkilerinin biraz da kıskacında gösterebilme şansı varsa, sanatçı orada “toplumsal gerçekçi” bir tavıra ayak atmaktadır. Klasik dönemin Hollanda ve Felemenk ustaları Bruegel’ler, Rubens, Jean Steen, van Ostade ustalar başta olmak üzere 17. Yüzyıl Hollandalıları adı tam konmamış olmakla birlikte bu tür bir gerçekçiliğin güçlü örneklerini vermişlerdir. Vermeer’de benzersiz bir zerafete Franz Halls ve hele hele Rembrent da pentur süblimasyonuna ulaşmış haliyle de o dönemlerin gerçek Hollandalısını yer yer bulursunuz. 17. Yüzyıl Hollanda resmi ile ilgili olarak, klasik çizgiden hafifçe açıkta kalan bazı değişik yargılamalara göre, denizci ve merkantil bir Amsterdam-Den Haag yaşantısı onu sürdürenlerin bir çeşit gözetiminde ve hatta patronajında olarak o ülkede, o toplum için, o dönemde yapılan sanata yansımış gibidir. Sonraki dönemlerde evrensel boyutta yaygın bir sanat anlayışı çizgisi oluşturamamakla birlikte, insanın kendi fiziki varlığı ve sosyal çevresinin gerçeği içinde göstermede güçlü başka örnekler bulunduğu da hatırlanmalıdır. Le Nain’ler, bazı tür resimlerinde Koca Goya, daha yakın dönemlerde Millet ve Daumier bu örnekleri yaratan müelliflerden bazılarıdır. Geçtiğimiz yüzyılın başındaki fırtınalı sanatsal devinmeler döneminde bir taraftan Alman dışavurumcuları (Nolde, Kirschner,…) ile genç Picasso yukarıdaki tanıma uygun örneklerden bol miktarda vermişlerdi. Türk sanat tarihinin dışarı açılma ya da dışarıdan etkilenme-bilgilenme sürecine bakıldığında batı resminin kendilerine daha yakın gelen dönemlerdeki oluşumlardan ve akımlardan haberdar olmaya daha fazla önem verildiği anlaşılmaktadır. Oysa en aşağı dört yüz senelik geçmişi olan, insanı ve çevresini tüm gerçeği içinde yansıtma arayışları resimsel ifadenin önemli bir parçasıdır.

Bu olgunun 1930 sonları Türkiyesi’nde yaklaşan savaş koşullarının ve Atatürk modernleşmesi coşkusuna rağmen derindeki toplumsal devinmelerde kendini gösteren çelişkilerin gözlemciliğini yapan bir avuç gencecik insan tarafından gündeme getirilmesi fevkalade ilginç bir olaydır. Önceki alt bölümde de dile getirildiği gibi, bu bir avuç genç insanın yarı yitik ve savrulmuş bir yaşam çizgisine sürüklenmesine karşın, sonraki kuşaklarda bazı izler bıraktığı da memnuniyetle izlenmiştir. Günümüz Türk Resimi’nin önde gelen siması Neşet Günal, ve onun kuşağı ile hemen arkasından gelen birkaç yaş gençlerin bu gerçekçilik anlayışının sürdürücüsü olduğu hatırlanmalıdır.

Nuri İyem, kuşağını epeyce yanlara doğru savuran kasırgadan payını fazlasıyla almış bir sanatçıdır, bilinegeldiği gibi. Ancak bu itelenmişliği üslup değiştirerek sürdürme yoluna gitmemiştir. İnsan unsurunu özellikle kadını sosyal gerçekçiliğin bir aynası gibi göstermeğe kendini yoğunlaştırmıştır. Son dönemlerinde yaptığı Şile yaşamını yansıtan kompozisyonları da belki çok iddialı sosyal gerçekçilik örnekleri olarak gösterilemese de, Nuri İyem’in gerçek yaşam gözlemciliği ilgisinin ve gücünün devam ettiğini kuvvetle düşündürtmektedir.

Ancak, Nuri İyem, sadece toplumsal gerçekçilik tanımı içine sıkıştırılması olanaksız çok sesli ve renkli düşünceler ve tavırlar içinde bir değişik adamdır. Yurt dışına gidenlerden Selim Turan başta olmak üzere, Hakkı Anlı ve Mübin Orhon’un da dahil olduğu başarılı soyut ifadeci Türk ressamların bulunduğu bilinmektedir. Ancak, Kandinsky-Klee-Mondrian hattının güçlü soyutçuluk çıkartması İkinci Cihan Savaşı döneminde diğer bazı akımlar gibi kaçınılmaz bir donukluğa uğramıştı. 1950’lerden gelip 60’ları da içine alarak, Paris ağırlıklı bir ikinci Dünya Soyutçuluk hareketinin Türkiye’de de yankılanması kaçınılmazdı. Nuri İyem bu yankılanma olgusuna kendi gür sesiyle katılmıştır. Çok anlamlı bir şiirsel abstraktsiyondan güçlü ve başarılı örnekler varmiştir. Kendisi de bu dönemini kıvançla ve keyifle hatırlamaktadır. Ancak, İyem Usta’nın kendisini sadece toplumsal gerçekçilik etiketiyle tanımak isteyen bir grup yarı meraklı aydın tarafından şiddetle eleştirildiği de bilinmektedir. Cilt içindeki metinler arasında kendisinin bu konuya güçlü ifadelerle değindiği görülecektir.

Soyutlama kavramı kaçınılmaz biçimde “modernlik” anlayışına da çağrışım yapıyor, göndermede bulunuyor. Aslında modernlik, sadece en son yapılanı kendi üslubu içinde deneme arayışı değildir. Çağdaş bir sanatçı elbette dünyada olup biteni yakından izleyecektir. O izlem içinde kendisine yakın düşen bazı anlayış ve kavramları kendi beynindeki süzgeçlerden geçirerek tuvaline aktarmayı denemesi de gayetle doğaldır. Ancak, modernlik, sadece yakın tarihlerdeki bazı evrensel oluşumlarla ilgili bilgilenme ve izlenimlerin peşine düşmekten çok öte bir şeydir. Dünyayı geçmişindeki karmaşıklığı ve günümüzde teknolojinin adamakıllı kafa karıştırıcılığı içinde, ayrıca, bunun ürünlerinin uluslararası siyaset güçleri oluşturmada gittikçe daha fazla kullanılışının baskısı altında çok etkenli bir fizik-matematik problemini çözercesine parametrik sentezler yapabilme arayışıdır. Modern sanatçı kafası odur ki, bakılan çevre sadece görsel objelerden oluşmaz. O objelerin, canlı-cansız, orada bulunuş biçimlerinin ötesinde orada bulunuş sebepleri, geçmişdeki benzerlikler ve benzersizlikler işin içine katılmak kaydıyla, algılanabilmelidir. Her modern sanatçı çağının bir miktar filozofça gözlemcisi olmak zorundadır. Nuri Bey, çağının tanıklığını yaparak bu modernliği en uç biçimiyle sergilemiş kişidir.

Bu alt bölümün bitirilmesinden önce toplumsal gerçekçilikte ulusal köklere, coğrafyaya, oradaki fiziki doğa varlığına bağlı olmanın bir payı olduğu da hatırlanmalıdır. Turgut Zaim Usta, bu anlamda toplumsallık ile ulusal kökler ve fiziki varlık paketlerini birbirine harmanlayan ve pentur olarak da lezzet dolu tuvaller yapmıştır. Yeniler Grubu’nun kendinden az büyük yarım önceki kuşak içinde bire-bir, muhtemelen, en fazla etkilendiği ressam olmuştur. Ulusal bir durum olarak bir Anadolu yaşantısı gerçeğini çok güzel vermesine karşın, onun arkasındaki toplumsal gerçeğin itici gücünü yakalamada yeterince ısrarlı olmayışı Yeniler tarafından bazen eleştirilmiş, ve bu arada Nuri Bey’in bazı yayınlarında da bu konuya değinilmiştir. Ama, o arayışta, bir Anadolu toprağıyla özdeşleşme özleminin sevimli bir şekilde yattığı hep takdirle anılmıştır.

Ülkesinin toprağını anlamanın o toplumun bir sanatçısı için çok yoğun bir duyumsamanın kaynağını oluşturduğu kesindir. Burada, toprağı bir fiziksel nesne olarak da gören Koca Miro’nun duygulandırıcı öyküsü hatırlanmalıdır. Yazarın otuz yıl önceki ve on beş yıl önceki iki ayrı yazısında betimlemeye çalışmış olduğu gibi, Koca Miro, İspanya’daki iç yırtılış dolayısıyla ülkesinde ancak çok seyrek yapabildiği duraklamalardan dönerken Paris’e tenekeler dolusu İspanya (ya da Katalanya) toprağı taşırmış. Sonra bu tenekeleri atelyesinde boşaltıp günlerce, haftalarca, bazen aylarca ayaklarını o toprağın kırıntıları içinde sürüyerek ortalıkta dolanırmış. O toprağın oradaki mevcudiyetinin elektrikli bir güç olduğunu, benliğinin bambaşka duygularla dolduğunu yakınlarına anlatırmış.

                                                                                       Gözler ve Gözler

İyem Usta’ya adanmış 2001 Aralık retrospektif sergi dolayısıyla gündelik organlar ve aylık sanat dergileri için kaleme aldığım yazılarda “Göz Göze Bakışmak” gibi bir kavramın altını çizmeye çalışmıştım. El ele tutuşmak, ya da dudak dudağa öpüşmek gibi insanların ruhsal ve fiziksel buluşmalarını kolaylaştıran başka eylemler de vardır. Hatta bunun örnekleri çoğaltılabilir de. Ancak göz dar ve geniş kapsamlı çevre ile, gündelik realite ile, ve bu arada doğal olarak insanlarla ilişki kurmadaki en yoğun görevi üstlenmiş organdır. Minnacıktır. Hele adına “görme” denen o fizyoloji mucizesi olayın gerçekleşme sorumluluğunu en fazla taşıyan ‘gözbebeği’ iyice küçük bir nesnedir. Ancak, oradan baktığınız doğa parçasının, oradaki canlı yaratıkların ve sonra yakın çevrenizde canlı-cansız ne varsa her şeyiyle ciddi bir tanıma ve anlama bağlantısını işte bu minnacık gözbebeğiyle kurarsınız. Göz göze bakışma olayına gelince, insan denen yaratıklar arasındaki en kuvvetli tinsel iletişim birbirinin içine bakan, ama anlamak için ve yoğunlaşarak bakan iki gözbebeğinden fırlayan ışınların kesişmesiyle ortaya çıkar. Rembrant’da üç yüz elli yıl öncenin çipil erkek gözlerine kondurulmuş olan ışıltı göz denen organın ve hele hele gözbebeğinin dayanılmaz davetkarlığını simgeler. Gözün ve bakışmanın benzersiz şekilde yoğun anlatıcılığı diğer bazı ustalarda da başarıyla kullanılmıştır. Portre sanatındaki en kalıcı ve betimleyici ögelerden biri, ve ola ki, birincisi göz organının resmediliş biçimidir.

Nuri İyem, Türk resim sanatında göz’ün delici ve benzersiz yoğunluktaki anlatım gücüne en fazla duyarlılık göstermiş ressamdır. Bu özel dikkat ve duyarlılık duygusal biçimde belki sevgili Aliye Ablası’nın gözlerinden esinlenerek henüz daha Akademi’nin küçük sınıflarındayken yaptığı desenlerde kendini göstermiştir. Yaşam deneyimi, gözlem birikimi, sentezlenmiş bilgiler ve izlenimler arttıkça, Nuri Bey, bu gözlerde özellikle kadın simasının yumuşaklığı ile kontrast oluşturan kuvvetli, iri, umut ve çığlık dolu haykırışlı gözlerde ustalaşmıştır. Yazdığı dönemlerin renkli bir sanat kritiği olarak bilinen Bülent Ecevit’ten Zeki Çakaloz’a, oradan Sezer Tansuğ’a ve daha sonraki kuşaklardan Turgay Gönenç’e kadar her dönemin önde gelen sanat eleştirmenleri ve yazarları Nuri Bey’in “gözleri” üzerine yazmışlardır. Bu satırların yazarı da söyleşilerinde, konferanslarında ve makalelerinde Nuri Bey’in “gözleri”nden ne denli etkilendiğini dile getirmiştir. Yazara göre, bu gözlerde hemen kolaylıkla gönderme yapıldığı gibi, sadece Anadolu gerçeğinin bir temsilcisi olan Türk kadınının değil, Meksika’nın, Vietnam’ın, Kamboçya’nın, Peru’nun, Hindistan’ın, Afganistan’ın, Senegal’in kadınlarının; dünya güçlerinin acımasız dengeleşmesi içinde ezilmiş tüm toplumların kendi iç çelişkileriyle ayrıca daha da özel baskı altında tutulmuş kadınlarının gözlerinin birlikteliği resmedilmiştir. Yarım kalmış bir çığlık, tam umutsuzluk değilse bile dörtte bire indirgenmiş bir umut çırpınışı, irkiltici bir protesto Nuri İyem’in kadınlarının gözlerinde yan yana barınır. Yakın tarihlerde tanık olduğumuz ilginç ve etkileyici bir olaydan şöylece söz etmek isterim:

Avrupa kökenli Amerikan yurttaşı olup, kendi toplumlarının ortalama insan kalitesinin çok üzerinde, ve bilim insanları olmakla birlikte içten bir sanat ve kültür merakını belli biçimde sürdürebilmiş iki yakın dostumuz Nuri Bey’in resimleriyle dolu bir akşam geçirdiler. Evin (İyem) Hanım, nazik bir şekilde bu dostlarımızla birlikte bizi de yarı müze niteliği taşıyan ve gitmekten hep hoşlandığımız evinde kısa bir akşam içkisi duraklamasına davet etmişti. Daha doğrusu, sevimli bir ısrarla önüne katıp götürmüştü. Bu kısa duraklama uzun saatler sürdü, ve Nuri Bey’in o evde değişik katlarda sağa sola bol miktarda asılmış bulunan resimlerinin önünden defalarca geçildi. İlk izlenim olarak, sanat meraklısı dostlarımız “çok irkiltici, neredeyse dehşet verici” betimlemesiyle duygularını ifade ettiler. Sonra akşamın ilerleyen saatlerinde, bizim öyle fazla açıklama falan yapmamıza da gerek kalmadan, üçüncü dördüncü tur dolaşmadan sonra “irkiltici ama bir o kadar da çekici ve düşündürücü” yargısına vardılar. “O kadınların gözleriyle buluşmaktan korkuyorsunuz, ama öylesine ifade dolu ki o gözün içine doğru bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz.” diyorlardı, ve bu satırların yazarının nacizane altını çizip durduğu göz göze bakışmanın Nuri Bey’in kadın gözlerinde ne denli değişik bir anlam taşıdığını teyid ediyorlardı.

Nuri Ağabey’in tek kadın portresindeki gözleri, birkaç kadın birarada bakışan üç çift ama aslında üç milyon çift göz, bazen birbirine ya da önündeki objelere bakışan ama hepsi birden resmin karşısında duran kişiyi delip geçen bu bakışlar. Bu benzersiz gözler. Bu acıları yutkunurken büyümüş gözler. Bu umut çığlıkları havada dağılırken hüzünlenmiş gözler. Hepsi birbirinden güzel gözler.

 

Prof. Dr. Erhan Karaesmen