Güçlü sanatçılar, bazı istisnalar dışında, kuvvetli adam kişiliği de sergileyen insanlar olmuşlardır. Sanatsal yaratıcılık ve yaşamın akışında kişilikli duruş sergileyebilme buluşması Nuri İyem Usta’da belirgin, çok ileri bir örnek olarak kendini gösterir. Doksan yıllık yaşamı boyunca kendisi için ‘çok özel, farklı bir insan’ tanımı çeşitli ortamlarda yapılmıştır; ancak, bunların en anlamlısı, İlk Cumhuriyet Dönemi coşkusunun önde gelen aydın temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaptığıdır. Hatırlanacağı gibi, yeteneğini ve kişiliğini birlikte çok takdir ettiği o genç Nuri için “bir yaradılış mucizesi” betimlemesini yapmıştır.

Bizim kuşağımızın sanat merakı, ‘edebiyat’ eksenine sarılarak oluşmuş bir bilgilenme ve duygulanma oluşumudur. Varlık Dergisi yönlendiriciliği ile Nuri İyem’in adını çok genç yaşlarda elbette duymuştuk. Ancak, o dönemlerde resim sanatına yönelik özel bir ilgi ve duyarlılık geliştirmek olanaksız gibiydi. Abidin Elderoğlu gibi bir büyük sanatçıyı ‘resim hocası-lise öğrencisi’ ilişkisi içerisinde tanımış olma şansını edinmiş olmama rağmen, bende de bu duyarlılık henüz yeterince gelişmiş değildi. Nuri İyem adı, kafamızda bir yerde sadece bir genel kültür bilgisi olarak yer alıyordu. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği öğrencilerinin yaz stajı yapma mecburiyeti çerçevesinde, 1957 yaz aylarında yolum İzmir’deki bir şantiyeye düşmüştü. O dönemin ölçülerine göre ilerici, yurtsever, aydın kişiliği sergileyen değerli, mimar bir Hikmet Ağabey şantiyenin yetkililerindendi. İş yerindeki odasında Nuri İyem resimleri bulunduracak kadar da sanat düşkünü bir insandı. Bir Nuri İyem resmini hayatımda ilk kez o şantiye odasında görmüştüm. O derin bakışlı gözlerin parsellediği anlamlı kadın simaları, insanın yüreğini deliyordu. Kafamda kalan bu çok kuvvetli ilk buluşma izi yıllarca devam etti. Mutlu ve güzel rastlantılarla Nuri Ağabey’in dünyasına yakın düşme şansım olduğunda bu iz yaygınlaştı, yoğunlaştı ve farklı boyutlar kazandı.

Nuri İyem’in o hüzünlü, neredeyse ağlamaklı ama umudunu kaybetmemenin simgesi olarak parlak ışıklar saçan kadın gözleri, aslında evrensel bir anlam taşıyordu. Sosyal gelişmesini tamamlayamamış ve bunun sonucu olarak kadınına, günümüz Türkiye’sinde hala pekişerek devam etmekte olduğu gibi, küçümseyerek ve değersiz bir mal gibi bakan pek çok ülkenin bu toplumsal dramı, o simalarda ve o irkilmiş gözlerde kendini yaşatıyordu. Kamboçya, Paraguay, Irak, Mısır ve maalesef kaçınılmaz olarak Türkiye, Nuri İyem’in kederle umudu birleştirmiş o kadın gözlerinde bir ortak dil buluyordu. Nuri Ağabey’le ilgili bu kadın gözü benzetmelerini sağlığında ve ölümünden sonra çeşitli yazılarda dile getirme fırsatım olmuştu. “Yaşasaydı yüz yaşında olacaktı” anması vesilesiyle bir kez daha dile getiriyorum. Nuri Bey, bu belki fazla duygusal evrensel boyutlu benzetmeden çok hoşlandığını her zaman dile getirirdi. Onun bu konudaki bana yönelttiği gönül alıcı takdir ifadelerini de özel bir duygusallıkla sarmallanmış olarak saygıyla anıyorum. Nuri Ağabey’in bu çok değişik ve olağanüstü yoğun, güzel gözleri küçük yaşlarda kaybettiği duyarlı simalı ve ceylan gözlü ablası Aliye Hanım’dan esinlenmiş olduğu zaman zaman söylenmiştir; ancak, ben Nuri Bey’in ağzından, doğrudan hiç duymadım.

 

YAPTIĞI İŞE TUTKUYLA SARILMAK

İnsanlar yaptığı işi ciddiye aldığında, olabildiğince iyisini ortaya dökmeye çalıştığında, bu davranış, kendileri için mutluluk verici bir olaydır. Ama bunun yanı sıra, özellikle sanatsal yaşamda ortaya çıkan ürünün en iyisi, en kalitelisi olma durumu, onu izleyenler ve tüketenler için ayrı bir mutluluk kaynağıdır. Sanatçı, kendi iç dünyasında peşinde olduğu tatmini ve öz takdir duygusunu, bitirdiği iyi bir işle mutluluğa çevirmeyi elbette arayacaktır. Farkında olarak ya da olmaksızın, yaptığı işten dolayı başkasının beğenisini ve takdirini kazanma işlevine de elbette önem verecektir. Ancak sanatçı, bazı durumlarda, bazı sanatsal yaratı olaylarında, bu arayışların ve beklentilerin de ötesinde, yaptığı işe tutkuyla bağlanma davranışı içinde olabilmektedir. Nuri İyem, sanatına ve yaptığı işe derin saygıyla yaklaşıyor olmanın ötesinde, ona yaşamının en kaçınılmaz parçası gözüyle bakacak ölçüde bir derin bağlılığı sergiledi. Henüz büyük kentlerin sanatsal ortamına gelmeden önceki küçük yaşlarında fark edilmiş olan yeteneği, onu “resim yapma” işlemine neredeyse organik olarak yönlendiriyordu. Ancak, yaşı biraz daha büyüyüp Güzel Sanatlar Akademisi ortamında sanatçı benliğini yakaladığında, resim yapma işlemine olan bağlılığı, artık derin bir tutkuya ulaşmıştı. Sadece yapma değil; tüm vakti boyunca resmi düşünme, kafasında imgeler kurgulama, geçmişin büyük ustalarının yaptıklarının kendince analizini yapma yolunda benzersiz bir angajmanın içinde kendini bulmuştur. Tüm yaşamı boyunca sürecek olan bu tutkulu bağlılık, Nuri Bey’in ressam kişiliğinin o çok anlamlı öyküsünde alabildiğine ağırlıklı bir yer tutmuştur. Çok seyrek olarak, ancak derin bir duygusal dalgalanma içinde dile getirdiği hapishane anılarında, bu sanatsal yaratıcılık tutkusunu derin bir özlülük içinde betimleyen sözcükler yer alırdı. Sosyal gelişmesi eksik kalmış ülkelerde yurtsever ilerici aydın olmak, toplum yöneticileri tarafından kuşkuyla karşılanagelmiş bir olgudur. Günümüz Türkiye’sinde bu kuşkularla beslenmiş suçlayıcı oluşumlar hala kendini göstermektedir. Yetmiş sene öncesinin bir Türkiye’sinde de yurtsever, ilerici aydınlık, adli kovuşturmaların nedenini oluşturabiliyordu. Hukuki ve vicdani dayanağı olmayan bu kovuşturmalar sonucu Liman Sergisi katılıcıları olmanın da katmerlendirmesiyle, Nuri Bey mahpus düşmüş bulunuyordu.

Kendisiyle ilgili önceden yazdıklarımda, zaman zaman sanatsever okurlara anımsatmaya çalıştığım bu ifadelerin kısa bir özetini burada da yinelemekte yarar görüyorum: “Mahpuslara, aile yakınları ve dostları, gündelik yaşam ihtiyacı ile ilgili gıda ya da giysi takviyelerini öncelikle yaparlar. Gardiyanlar ve hapishane gözlemcileri de bu destekleri anlayışla karşılarlar. Ancak, benim varlığımı sürdürebilmem için özlediğim bazı gıdalardan ve nemli bir hücre ortamında üşümeye engel olacak kalın kazaklardan başka şeylere çok daha fazla ihtiyacım vardı. Kaba ya da düzgün yüzeyli olması hiç önemli değildi; üzerine şekil çiziktirebileceğim kağıtlara ihtiyacım vardı. Elbette, değişik kalınlıkta uçları bulunan çeşitli renkte kalemler de yanında bulunmalıydı. […] Hapishanesinin kapı gözlemcileri ve gardiyanları, bu tür bir malzemenin içeri girmesine kolay razı olmadılar. Bereket versin, anlayışlı bir hapishane müdürü, bana dışarıdan kağıt ve kalem desteği verilmesine izin verdi. Karanlıkların, hapishane ortamı yüzünden değil, resim yapamamaktan dolayı beni kuşatması, böylece kısmen sona ermişti. Oturarak ve dizlerimin üzerinde resim yapmanın yarattığı fiziksel rahatsızlık ortamına karşı, kendimden geçmiş, ha bire bir şeyler çizdim. Sonra hapishane idaresi ile nasıl anlaştığımızı hatırlayamıyorum. Ama bana birkaç boya tüpü ve birkaç adet de küçük ince fırça ulaştırıldı. Tuval germe şansı yoktu, ama o kaba yüzeyli kalın kağıt parçaları üzerinde, figürlerin yanı sıra renk de boyamaya başlamış olmanın derin mutluluğunu yaşar oldum. (…)

 

LİMAN SERGİSİ OLAYI ve TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİK

Toplumsal ve insani gelişmenin, Atatürk dönemi coşkusunda da dayanak bulduğu gelişme çizgisi, 1935 ve sonrasında, özellikle Atatürk’ün uzun süren hastalığı ve ölümünün arkasından hakkaniyet ve adalet yönü tartışılabilir bir toplumsal yaşam aşamasına yer bırakmıştı. Bunun üzerine, İkinci Dünya Savaşı’nın evrensel ortamda ve ülkemizde yarattığı ek sıkıntılarla birlikte, “emek” denen yüce gayretin karşılığının hak edene verilemediği bir dönem yaşanmıştır. 1930’ların coşkusu içinde ve evrensel düşüncelere açılma arayışı içinde büyümüş, seçkin bir Akademi gençliği, bu durumdan insani ve toplumsal kuşkular duymaya başlamıştı. Nuri Bey de, yakınındaki dostları Selim Turan ve Turgut Atalay başta olmak üzere, bu kuşku perdesini yıkmaya çalışanlar arasındaydı. Yaşça az büyük olup dönemin sosyo-politik konularının tartışıldığı değişik çevrelere girebilen bir Kemal Sönmezler de, kuşkulu düşüncelerini bu daha gençlere sık sık aktarıyordu. İleride, “Yeniler Hareketi” adını taşıyacak bir sanatsal, entelektüel oluşumun nüvelerinin atıldığı bir dönemdi. Bu genç, yetenekli, uyanık ve yurtsever insanların bu kümeleşmesi, önemli bazı aydınların da ilgisini çekiyordu; onlara vakit ayırıyor ve onları özendiriyorlardı. Abdülbaki Gölpınarlı, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken ve yukarıda adı geçmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar bunların arasındaydı. Öte yandan, İstanbul’un sosyal yaşamındaki hüzün ve endişe verici bazı izlenimler bu Akademili gençler arasında, daha sıkça tartışılır olmuştu. Önce Kemal Sönmezler ile Turgut Atalay arasındaki bilgi alışverişiyle başlayıp Nuri-Selim ikilisinin daha sonra dahil olduğu bir sanatsal hareket kurgusu içinde Liman Şehri İstanbul’un deniz işçilerinin yaşadığı sıkıntılar ve darlık, bir sanatsal buluşmanın ortak dilini oluşturabilecekti. Uzun süren izin alma aşamalarından sonra kısa sanat tarihimizin en önemli ve anlamlı olaylarından birini oluşturan Liman Şehri İstanbul sergisinin açılışı gerçekleştirilmişti. Sanat tarihimize kısaca Liman Sergisi olarak kayda düşmüş bu sergi, 10 Mayıs 1941 tarihinde Beyoğlu’ndaki matbaa cemiyeti salonunda açılmıştı. Serginin katılımcıları, dönemin yeni Akademi mezunu ve Yeniler Hareketi’ni oluşturacak genç sanatçılar olan şu isimlerden oluşuyordu: Nuri İyem, Selim Turan, Turgut Atalay, Kemal Sönmezler, Mümtaz Yener, Fethi Karakaş, Avni Arbaş, Agop Arad, Haşmet Akal. Bu isimlerin yanı sıra, fotoğraf sanatçısı İlhan Arakon da katılımcılar arasında yer almıştı. Bu ekibin insancıl, politik özlemler geliştirmenin yanında, güzel resim yapma ve estetik tatmin arzuları da üst düzeydeydi. Akademi dönüşümünün simgesel unsuru olan uluslararası büyük eğitici Leopold Levy’nin, bu doğrultuda önemli katkı yaptığı bilinmektedir. Bu çerçevede Liman Sergisi, üst düzeyde bir sanatsal buluşmayı da yansıtıyordu. Yaşça biraz daha büyükleri olup Yeniler Hareketi’nin doğal bir parçasını oluşturmayan ama coşkulu mizacı dolayısıyla böyle bir değişik girişimden eksik kalmak istemeyen Abidin Dino da, bir resim vererek sergiye katılmıştı. Sanatsal anlayışı ve sosyal görüşü farklı bir ortamdan gelerek sergiye katılan bir yeni isme karşı içerden bir ufak tepki doğduğunun ve bunun sonucu olarak Ferruh Başağa’nın sergiden çekildiğinin de özel bir iç bilgi olarak yıllar sonra dile getirildiği bilinmektedir.

O gün, bu sergiyle, İstiklal Caddesi’ne bir toplumsal gerçekçilik bombası düşmüş bulunuyordu. Şekil olarak sadece İstanbul’un sahil yörelerinin toplumsal sorununu yansıtıyor görünmekle birlikte bu sergi, ülkenin tüm yörelerindeki toplumsal dengesizlik ve adaletsizliğin dile getirilişiydi. İlerici aydın kesimde büyük ilgi ve takdir toplamıştı, ama toplumsal düzenin koruyuculuğunu yapan çeşitli devlet kurumları ve kendini iyi kurtarmış bazı iş dünyası çevrelerinde huzursuzluk yaratmıştı. Bir önceki kuşaktan, toplumun sosyo-politik gelişme çizgisindeki rahatsızlıklarının ve Anadolu’nun kırsal kesim ezilmişliğinin ilk dile getiricisi olan Turgut Zaim’den bu yana bu konulara hep kuşkuyla bakılmıştır. Bu düşüncelerin savunuculuğunu yapan, sanat dünyasının bu en genç insanlarının da profesyonel gelişmelerinin zorlaştırılması yoluna gidilecekti. Turgut Zaim ve Yeniler Kuşağı’nın bir Turgut Atalay’ı, resim alanında yolları tıkandığı için, tiyatro dekorculuğu mesleğine yönelmişlerdi. Kemal Sönmezler başta olmak üzere Yeniler Hareketi’nin ve Liman Sergisi oluşumunun katılımcısı diğer pek çok sanatçı, ekmeğini başka alanlarda aramak zorunda kalıyordu. Toplumsal gerçekçiliğe karşı bir boğma hareketi gözleniyordu. Sonradan çok parlak bir uluslararası kariyer yürütecek olan Selim Turan, bir çıkış yolu olarak Paris yollarına düşüyordu. Nuri İyem Usta ise inat ve ısrarla polisiye kovalamacaları, haksız ve mesnetsiz tutuklamaları göze alarak burada kalmayı yeğliyordu.

Asmalımescit Atölyesi olayı da zaten bu kararlılığın sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Nuri Bey, Akademi dönemlerinden itibaren çevresine ve özellikle yaşça biraz daha küçük, alt sınıflardaki arkadaşlarına resim tutkusu aşılama ve sürekli bir sanatsal-kültürel bilgilendirme yapma arayışı içinde olmuştu. İnandırıcı bir tonla ve çok düzgün bir Türkçe ile konuşuyor oluşu, resim sanatı tutkusundan doğan coşkuyla birleşince, çevresini de kendisini de tatmin eden bir öğreticilik kişiliği de ortaya çıkmış bulunuyordu. Eşi Nasip Hanım’ın da Akademi dünyasındaki bu öğreticiliğinden çok etkilenmiş insanlardan biri olduğu bilinegelmiştir. Nasip Hanım; “Yakışıklıydı, zekiydi; ayrıca coşkulu bir anlatışla ortak ilgi ve sevgi yaratmayı, paylaştırmayı iyi biliyordu”, gibi betimlemelerle o yılları çok tatlı anlatırdı. Nuri Bey, sevgi duyulan ilgi alanına ve elbette resim sanatına olan tutkulu bağlılığının, sahip olduğu sanatsal bilgi yığınağının dürtüsüyle Akademi dünyası dışında da eğiticilik yapmaya, bir çeşit mecbur gibiydi. Asmalımescit Atölyesi olayı, Nuri İyem’in bu özelliklerinin birbirini tamamlayarak üst üste gelmesiyle ortaya çıkacaktı. Akademi yıllarından ve özellikle Liman Sergisi angajmanından bu yana bir arada oldukları Fethi Karakaş ve Ferruh Başağa ile birlikte, ayrıca özel bir geniş atölye edinme planını yapıyorlardı. Bu geniş atölye, bazı saatlerde kendi resimlerini yapmak üzere kullanabilecekleri bir yer olacaktı. Sonraki saatlerde ise Akademi dışı çevrelerden resim özel eğitimi ve sanat kültürü geliştirme destekleri almak isteyenler için bir buluşma fırsatı yaratacaktı. Açılışından kısa bir süre sonra, sadece resim sanatı erbabının değil, diğer sanat dallarından insanların da renkli bir buluşma yeri haline dönüşmüştü. Akşamın ileri saatlerine kadar, bazen hafif bir alkol tüketimiyle de karışmış olarak tatlı sohbetler devam ediyordu. Ömer Uluç, sanat dünyası bağlantımızın yanı sıra, değerli bir mühendis meslektaş ağabeyi olarak da kendisini yakından tanımış olmanın keyfi içinde yaptığımız söyleşilerde sık sık anlatırdı: ‘‘Yeteneği olup olmadığı bilinmeyen, ama sanata ve kültüre saygılı, resim yapmada hevesli genç bir mühendislik öğrencisi olarak Asmalımescit Atölyesi’ne ben de dadanmıştım. Hepsi yaşça benden biraz büyük, hatta bir bölümü epeyce büyük ünlü sanat insanları ve aydın kişiler orada buluşuyordu. Ben ilgiyle ve saygıyla dinleyerek, hatta bazen tartışmalı geçen görüşmelerine de katılarak bilgi dağarcığımı müthiş geliştiriyordum. İlk gençlik dönemlerimin en güzel hatıraları arasındadır…’’ Ömer Uluç’un yaşça biraz büyükler, hatta daha büyükler olarak betimlediği aydın çevre insanları arasında, elbette sol dünya anlayışına yakın ilerici aydınlar da vardı. Görüşmeler bazen sanatsal konulardan “toplumsal” konulara da taşabiliyordu. Nuri Bey’i ressam olarak çok takdir eden, ayrıca geleceğin parlak edebiyatçısı gözüyle bakılan bir okumuş insan da o çevreye dahildi, hatta bazen eşini getirdiği de oluyordu. Bu kişi, bir gün atölyeye alışılmış saatten biraz daha erken uğrayıp, Nuri Bey’ i yalnız yakalayıp şöyle bir hatırlatmada bulunur: “Milli Emniyet’te (şimdiki MİT’in o dönemlerdeki karşılığı olan kurum) bazı tanıdık dostlarım var; sanat ve kültür oluşumlarına da samimi olarak saygılılar onlar. Bu atölye ortamındaki entelektüel buluşmalarda, çok fazla ileri geri laflar edildiğini duymuşlar; daha dikkatli olunmasını tavsiye ediyorlar…” Nuri Bey, yıllar sonra anılarının bu bölümünü bana naklederken, bu ikazı yapan dostun adını vermiş olsa bile burada yazılı olarak geçirmenin çok uygun olacağını düşünmüyorum. Nuri Bey, bu kişinin de gerçekten bir Emniyet mensubu olarak aralarına girip çıktığından ve olur olmaz bilgi aktarıp aktarmadığından emin değildi. Daha iyimser ve dürüst bir yaklaşımla, bu sanatçı dostun kendilerine sanat dünyası yakınlığından gelen bir ilgi nişanesi olarak bu ikazları yapmış olduğunu düşünmeyi yeğliyordu. Nuri Bey’in, bu metnin önceki bölümlerinde sözü edilmiş sonraki mahpusluk dönemlerinde atölyenin de bir dosya bilgisi olarak yer almış olabileceği tahmin edilmektedir.

Nuri Ağabey akşam geç saatlerde ışıkları söndürüp atölyeden çıktığında, o zamanların çok kullanılan toplu ulaşım aracı olan tramvay, günlük hizmetini bitirmiş oluyordu. Başka vasıta da olmadığı için bütün İstiklal Caddesi’ni ve Elmadağ’ı, Harbiye’yi falan geçerek Şişli taraflarındaki evine doğru, senelerce sokaklarda gece yürüyüşü yaparmış. Bu yürüyüşlerden çok tatlı bir anısı şöyle: “Gece on ikiyi falan geçmişti, belki o akşam biraz içki de içmiş olabilirim. Taksim’den öte sallanarak yürüyorum. Şimdiki Divan Oteli’nin köşesindeki o şık pastanenin yerinde bir kıraathane vardı. Oradan birisi “Nuri, Nuri!” diye seslendi. Uzaktan tanıyamadım ama bir seğirttim. Ahmet Hamdi Bey, önünde bir iki kitap ve bir de gündelik gazete açılmış olarak orada bir gece çayı içiyor. Kendisi Gümüşsuyu dolaylarında bir yerlerde oturduğu için zaman zaman burada duraklardı. Ama gecenin ilerlemiş bir saatinde orada benim için çok tatlı bir sürpriz olarak karşılaşmıştık.”

 

SANAT MERAKLISI GÖZÜYLE BÜYÜK RESSAM NURİ İYEM’E BAKIŞ

Nuri İyem’in, toplumsal gerçekçilik kaynağından beslenmiş, ilerici aydın yurttaş olmanın çilesini çekmiş bir insan olmasının belirlediği çerçeve, yaptığı resimlerin plastik özelliklerine de yansımıştır. Kısa bir süre severek ve başarıyla denediği bir soyutçuluk döneminin dışında Nuri Bey, ısrarlı bir kararlılıkla figür resmi yapmıştır. O gözler, o simalar, o kırsal Anadolu insanlarının yorgun bedenleri; hepsini birden oluşturduğu “Hey! Buraların insanı olduğunu hep aklında tut” mesajı, çok kuvvetli bir unsurdur. Ancak, Nuri Bey bu mesajı verirken, ayrıca klasik güzellik duygusunu ve ince beğenili renk uyumlarını alabildiğine bir ustalıkla kullanmıştır. Bir Türk ressamı için çok büyük sayılacak binlerce ürünlük bir hazinenin içinde aceleye gelmiş, araya sıkıştırılmış, özensiz yapıt bulma şansı hemen hemen hiç yok gibidir. Çabuk ve görünüşte çok rahat resim yapıyor oluşu, içindeki duygusal tasaların ve inanılmaz bir sevgi saygıyla bağlı olduğu resim dilinin ihmal edilmesi anlamına hiç gelmemiştir. Yıllar öncesinin hapishanesinde, dizlerinin üzerinde kara kalem çiziktirirken ya da amaçlarına ulaşmış sanatçı olmanın ileri yaşlardaki daha dingin dönemlerinde tüplerle ve fırçalarla didişirken hep aynı titizliği göstermiştir. Resim yapıtı üretirken gösterdiği “yaptığı işe saygı” ve resmetme olayına olan tapınırcasına coşkulu sevgi, onu, kişisel yaşamında da bazen fazla mükemmeliyet arayışçısı yapardı. Bireyler ve insan grupları arasındaki ilişkilerde saygı ve sevginin hüküm sürmesini beklerdi. Bu tutumu ona bazen zor beğenir ve hatta hafifçe huysuz olma yakıştırmalarının da yöneltilmesine yol açar. Ama asıl zor beğeniciliğini ve huysuzluğunu, “Ressam Nuri” olarak kendisine karşı gösterirdi. Elinden ve rahlesinden kötü bir iş çıkmasına tahammülü yoktu. Hemen bozar, yırtar ve yeni işine girişirdi. Genç meslektaşlarına, hatta en genç sanatçı adaylarına bile bilgilendirici, özendirici tavsiyelerde bulunurken kendi kendilerine karşı eleştirel olmaları gerektiğini hep hatırlatırdı.

 

Kısacası yaptığı işin tam eri bir adamdı. Büyük adamdı…