Bir ressamın dilini kesmeli ki ressam olsun, demiş Matisse. Öyle ise niçin kendi dili kesik değil demeğe kalkmayın da bir düşünelim ne demek istediğini. Bu öfkeli sözde, birikmiş bir hayli düşünce ve tecrübelerin patlak verdiği besbelli. İnsanın aklına şunlar geliyor;

a) Çok konuşan ressam fazla düşünce adamı olur; tariflere, nazariyelere dökülür; resminde aşkın yerini meşk alır; içten gelmelik, kendindenlik kaybolur.

b)Ressam fazla konuşuyorsa resimleri kendi kendilerini anlatmıyor demektir. Halbuki iyi resmin tercümana ihtiyacı yoktur.

c)Konuşan ressam kendine de resimlerinin  manasına da sınır çizmiş; seyircinin serbestçe düşünmesine, resme kendi manasını katmasına engel olur. Ressam konuşmamalı ki resim konuşabilsin.

d)Ressam konuşamadı mı duyup düşündüklerin resim yolu ile anlatmak zorunda kalır ve böylece kelimelerin gördüğü işi renkler ve şekiller görmüş, ressamın bütün anlatma gücü eserine geçmiş olur.

e)Söz edebiyata götürür, resim ise edebiyattan uzaklaştıkça uzaklaştıkça resim olur. Resim de sözle anlatılamayan şeyler olmalı. Resim kendi manasını da beraber getirmeli…

İşte bu düşüncelere, Nuri İyem’in sergisinde de varılabilir. Nuri’nin fazla sözden kaçınan sakin şahsiyeti bir yana, bu sergide konuşmalar, dedim dediler, nutuklar dışında sessiz sadece renkli bir aleme giriyorsunuz. Hemen anlıyorsunuz ki bu resimlerin tadına varmak için ressamla konuşmak beyhudedir. Kendisine ne yapmak istediğini sorarsanız: ” İşte bunları” diyecektir belki. Resimlerse ne demek istediklerini sorana : “O ne biçim sual, demek istediğimiz şey kendimizdir” diyorlar. Sergi suretli, yarı suretli veya suretsiz her çeşit resme yer verdiği için mektep kavgaları susuyor. Ne tür yaparsan yap ama ressamca yap. Resimler ayrı ayrı da isme, bir konuya, bir tarif maledilmek istemiyorlar. Güzel bir kadının resmi diyecekken bakıyorsunuz olmayacak bir baş, sadece resimde mümkün bir güzellik: Göz, burun, omuz hep modele değil, resme ve Nuri İyem’e mahsus. Çıplaklık, düpedüz hatta bayağı çıplaktan bir renk şehveti oluveriyor. Boğaziçi… dememize kalmıyor, ağaç, deniz, karşı kıyı bir buğu içinde eriyip renk haline Nuri İyem’in rengi haline geliyor. Masa üstünde meyvalar mı acaba? Evet, başka olamaz; ama yok işte masa. Hangi masa? Duvarda masanın işi ne? Meyvelere gelince, ne elma ne hurma: Nuri İyem marka bir çeşit yeni meyve. Tabiat Ana, kusura bakma suretsiz resimler de tersine, baktıkça suretli gibi geliyor insana. Renk oyunları bir acayip yeni dünya kuruyorlar gibi. Ama gördüklerinizi bir şeylere benzetmeye çalışırken vazgeçip işi tadında bırakıyorsunuz.

Nuri İyem’in resimlerinde ortak olan ve su götürmeyen değer şimdilik olsun bir zevk, bilhassa renk zevki. Dünyada az ressam renkleri bu kadar kendine rametmiş, bu kadar mütevazi, şamatasız bir gayretle kırmızıyı sarıyı doyulmaz lezzetler haline getirmiştir. İşini, aletini, malzemesini iyi, çok iyi bilen bir usta ressam, bu karışık dünyamızda ressam olduğundan şüphe edilmeyen bir ressam karşısındayız. Ama diyebilirsiniz ki, ben de diyorum ki, bir ressam için sadece iyi ressam olduğunu ispat etmek, portre, peyzaj ve natürmort gibi konular içinden resim sanatını hürriyete kavuşturmak yetmez. İyi ressamın köşesinden çıkıp kalabalıklara heyecan vermesi lazım. Doğru, ama ilimde de sanatta da dünyayı saran adamlar, köşesinde kalmayı, işin ehli olmayı bilen adamlar oluyor. Ressamlığını bu mütevazi sergisinde ispat eden usta ressam Nuri’ye verin şehrimizin duvarlarını, tiyatroların dekorlarını, kitapların resimlerini, o zaman görürsünüz pembeyi sarıyı yerine koymanın ne demek olduğunu.

 

Sabahattin Eyüboğlu

Akşam Gazetesi, 19 Kasım 1953