2002

 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı 1933 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğimde sanat tarihi, mitoloji, estetik derslerinin hocası olduğundan tanımış oldum. Üç dersin hocası olunca, o insanı daha çok görür, dinler ve ilgilenmiş olursunuz ister istemez. Ama Hamdi Hoca diğer öğretmenlerden çok farklı bir kişiliğe sahipti. Onun ders saati biter ve kürsüden ayrılırken bu kez de öğrencilerin arasında bulurdu kendisini. Resme, heykele bazen mimariye, şiire, müziğe dair soruları yanıtlamaya çalışarak durur, anlatır, yürümeye çalışırken tekrar, durur anlatırdı. O yıllarda biz ressam namzetleri için toplumsal bir kabus olan resme karşı ilgisizlik, dersin bitiminde Tanpınar’a sorulan başlıca soru olurdu. Bu suretle birlikte Batı ve bizler, Cumhuriyet dönemi ve inkılaplarına rağmen toplumsal yapıda bir türlü değişemeyen hemen her şey üstüne cesaretle sorabiliyorduk kendisine. Bu cesareti de bize sağlayan kendisiydi elbette.

Tanpınar, Ahmet Haşim’in çok ağır hastalanmasından sonra Akademi’ye onun yerine atanmıştı. Ne var ki, kimilerine göre, Tanpınar, Ahmet Haşim’in görevini üstlenecek ne bilgiye ne de yeteneğe sahipti. Bu muhteremler Tanpınar’a kendi aralarında “kırtıpil Hamdi” diyebilecek kadar onun düşmanı idiler. Hadi bunlardan birinin adını da vereyim. Suut Kemal Yetkin. Daha başkaları da vardı ya neyse… İşte böylelerinin yüzünden Tanpınar, hemen herkesin görgü ve bilgisini artırmak için gençken gittiği Avrupa’ya çok seneler sonra (hatta hastalandığı bir yaşta ancak) gidebildi. Orada kendisine kalbinden rahatsız olduğu teşhisi kondu. Bu teşhisi yurda dönünce kimseye söylemek istemedi.

Tanpınar gördüğü her tiyatrodan, her filmden ve okumamızı istediği her eserden sözü açar ve neden, niçin ilgilenmemiz gerektiğini uzun uzadıya biz öğrencilerine anlatırdı. Bizim Batı ve Doğu açmazı içinde alabildiğine sığ, kültür müsveddemiz yüzünden düştüğümüz şaşkınlığın nedenlerini çözebilecek, bilgi ve beceri olabilecek yolu, yordamı buldurmaya yorulmadan usanmadan çalışanlardandı.

Akademi’deki hocalığı sırasında, Osman Hamdi’nin Batı resmi ve heykeli üstüne bir küçük de olsa kopyalardan teşkil ettiği müzecikte, o kopyalar aracılığı ile Batı resmi ve heykelinin ulusal karakterlerine kadar açıklamalar yapardı. O eski, GSA’nın orta salonunda gün ışığını, deniz yönündeki pencerelerden alan Velazquez’in ve Goya’nın iki büyük (kopya) tablosu önünde, her iki sanatçının resim anlayışları ve kişilikleri üstüne uzun uzadıya konuşmalarına hep şahit olmuşumdur. İşi gereği o salondan geçmekte olsa bile o iki tabloya bakmadan edemezdi. Hele onları seyre dalan bir iki öğrenci de varsa ders başlıyor demekti.

Elbette ki, Paris’te bile onun öğrencisi olanlar bizim toplumsal yapımızda Bektaşi ve Alevilerle ve de Osmanlı Sarayı çevresinden ötede yurdun genelinde ve insanlarımızın neredeyse tümünde toplumsal yaşam içinde var olmayan bu görkemli sanat türü karşısında tedirgin ve huzursuz olacaklardı. Neden ve niçin hangi akıl ve mantık dışı (gerçek Müslümanlığın da dışı) birtakım yorumlarla bu sanatları günah ve cehennemlik uğraşlar ve meslekler olarak kabullenmişiz?

Tanpınar aydınlanmanın, ilerlemenin yolunun da bu sanatlardan geçtiğine samimiyetle inananlardandı. Kaç kez onun ağzından, “Romandan önce portre vardı, sözlerini duyduk.”

Bir de Paris’e gidip de oradan dönünce Paris ekolünün Türkiye temsilcileri olarak Taksim’deki Fransız Konsolosluğu’nda sergi açanlar vardır. Bunlar Tanpınar Hoca’nın ne öğrencileri ne de arkadaşlarıdırlar. Bunların, Doğu ya da Batı diye hiçbir sorunu olmayan, Kuledibi ve Pera’da (Beyoğlu demeyi sevmeyen) yaşayan azınlıklardan hemen hemen hiç farkları yoktur. Bunlara da Levanten denebilir pekala. Lebon, Markiz, Nusuvaz, Selkürdoryan, Bermulenruj, Karlman pasaj ve daha başkaca mekanlarda yaşamları sürüp gidenlerdir.

Şunu belirtmeliyim; Tanpınar’ın yerinde bir başkası olsaydı elbette ki çok kaybım olurdu ama yürüyüp konuşmaya Cizre’de başlayan ve oradan bir miras işi için Arnavutluk’a İşkodra’ya, daha sonra ikinci kez İstanbul’a ve tekrar Güneydoğuya giden sonunda ilkokulu Mardin’de tamamlayabilen benim için bu yaşadığım çevrelerden gelen büyük etkiler söz konusudur.

Kuşkusuz şimdilerde bizde resim sanatında Batıyı daha doğrusu Batıyı değil de Amerikan pentür anlayışını adım adım izleyenler az değildir ve de bunlara göre benim “bize özgü” dediğim resim anlayışı çağdaş değildir. Onlara göre çağdaşlık, sadece Amerikan pentür anlayışı ile mümkündür. Oysaki içerik bakımında söylüyorum, Amerikan pentür anlayışı ile bize özgü bir içerik sunulamaz. Çünkü Amerikan pentür anlayışı biçim ve öz olarak Amerikan toplumsal yaşamından kaynaklanarak doğabilmiştir ve Amerika’ya özgüdür. Amerikan toplumsal yaşamından kaynaklanan bir içeriği, bir Amerikan gerçekliğini yankılar. Elbette ki o, bir Amerikan ruhsal ifade taşır. Ama şapkadan pantolona, gömleğe, bluza, ayakkabılara varasıya Amerikan stilinin hükümran olduğu şu zamanda bize özgü ne var ki, asla diyemeyiz. Çünkü bu hükümranlık modadan başka bir şey değildir. 1936’larda da Bob Still Amerikan kökenli ve Amerika’dan ithal idi. O modayı bir başka Amerikan modası sildi süpürdü. Şimdilerde başka modalar hakim. Bir tarihte resim sanatı ve bazı ressamlarımız için Paris, Müslüman kişinin (lateşbih ve lamisal) Kabe’si gibiydi. Her fırsatta Paris tavaf edilirdi. Amerika Paris’in yıldızını karartmayı elbette ki mali gücü ile becerebildi ve de piyasa Paris’ten Amerika’ya kaydı. Avrupalı ya da Parisli kimi galericiler Amerika’ya göç etti. Bu olaylar mali bir hükümranlığın eseridir kuşkusuz. Onun da adı Kapitalizm’dir elbette.

Cemaatlerden arınmış ve ulusal bir kimlik kazanmış her ülke gibi Türkiye’de toplum olarak kendi geleceğini savunma içgüdüsüne sahiptir. İstiklal Savaşı bu içgüdünün en büyük, en görkemli kanıtıdır. Şimdi her boydan ve her soydan ve de her sınıftan oluşan ulusumuz dikkat edilirse, resim sanatında modaların etkisinden arınmış olarak kendine özgü olan bir resim sanatını seçmek şuurunu taşıdığını kanıtlamıştır. Bunca galeriyi ayakta tutan, modalara kapılarını ardına kadar açmış, edilgen sanatçıların işleri değildir. Bizim insanımız kendi ulusal macerasını resimleyen, kendi ressamını seçerek bunca galeriyi ayakta tutmaktadır. Bu da resim sanatında iç ve dış gerçeğimizi anlatabilecek renk ve biçim dilini yaratmakta olduğumuzun bir ifadesidir bence. Her yaştan buna erebilmiş ressamlarımız var çok şükür.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı iki romanı ile en iyi anlayabiliriz bence. Batılı anlamda romanımıza görkemli bir örnek olan “Huzur” ve toplumsal yaşamımızdaki bütün açmazlara tutulmuş mizahi bir ayna niteliğindeki “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. “Teklif ettiğim şey ne türbedarlık, ne de mazi hırdavatçılığıdır. Bu toprağın macerasını ve kendi maceramızı bilmek, onun içinden büyümek, onun içinden tabii şekilde yetişmek ve Batılı ustaları severek eser vermektir” diyen Hamdi Hocanın öğrencilerine sanat alanında gösterebileceği yol ve yordam içinde olmuştur bizim sanat tutumumuz ve davranışlarımız diyebilirim. Ancak, toplumsal yapımız Batılı anlamda pentür (yağlıboya ile resim) sanatına karşı bugün bile “olmazsa olmaz” diyebileceğimiz kertede güçlü bir gerekseme duymaktadır. Oysaki bizim halkımız rengi, biçimi çok sever. Ama, dışımızda bizi çepeçevre saran dış gerçeği ve ruhumuzda alabildiğine etkin bir rol oynayan iç gerçeği anlatabileceğimiz bir renk ve biçim dili yaratabileceğimizi düşünemez bile. Önemli bir kesimde, bu duygu ve düşüncelerimizi resimle anlatmak yolunu günah saymaktadır hala. İşte bu açmazı toplumumuzun aşabilmesi için ancak çağdaş uygarlık yolunda ilerleyebileceğimizi inanıyordu Hamdi Hoca.

Bizlere, “işiniz çok zor çocuklar” der dururdu. “Benden çok şeyler bekliyorsunuz ama ben Osmanlı döneminde yetişmiş bir adamım ve alışkanlıklardan kopmak çok güçtür.” Hilafetin kaldırıldığı günün gecesinde uyuyamadığını söyleyen Hamdi Hoca’ya öğrenci arkadaşlardan biri, “Bursa’da Zaman” şiirini yaratabilmek bir başkasına asla nasip olamazdı” diye yanıtladı.

Doğu kültürü ile yetişmişti. Dede Efendi tutkunuydu. Ancak Batılı ustalara da açıktı. Yaşamının çok geç bir döneminde Fransa’ya gönderildi. Döndüğünde getirdiği pikapta bizlere sürekli klasik Batı müziği dinletiyordu.

Son yıllarını geçirdiği Bağ Odaları Sokağı’ndaki apartman dairesinin karşısında, yüksek duvarlar arasında küçük bahçeli, küçücük bir ev vardı. Bahçesindeki ağaca Hamdi Hoca, ağaç sevgisinden öte yaşam beraberliği diyebileceğimiz bir tutkuyla bağlanmıştı. Gelişmesini ziyaretçilerine sevgi ve saygı dolu sözlerle anlattığı bu ağacın bir gün sahipleri tarafından kesilmesi Hamdi Hoca’da dindirilemez bir keder yarattı. “Onsuz yaşayacağıma inanamıyorum” diyordu. Öyle de oldu, kısa bir süre sonra yatırıldığı hastanede kalp yetersizliğinden kaybettik hocamızı.

 

Nuri İyem