Yeditepe, sayı 8, 16-31 Temmuz 1959: 8-10.

Resim yaparken duyunun gelişmesi için kafanın tam bağımsızlık içinde bulunması gerekir. Duyu ve fantezinin gelişmesi anında başka ilgiler, fantezi ve duyunun yolunu değiştirmemelidir. Bağımsız, isteğe bağlı, yanı spontane olmaya hep dikkat etmek gerekir. Bence resim yaratmalarına yalnız siyaset, din yasaklar, engeller koymaz; çoğu zaman, fazla zihni olmak da yasakları kendiliğinden getirir. Denebilir ki ressamın kişisel “passion”u ile damgalanmamış bir tek renk benekçiği, bir tek çizgi tabloyu başarısızlığa uğratır. Bu bakımdan isterse dünyanın hak bellediği, doğru bulduğu herhangi bir şey -günün “izm”i bile- ressamın imgelemi tarafından temsil edilip değişmedikçe sanat katına çıkamaz. Düşünüyorum da; Mondrian’ı o ters soyut kuruluğa saplayan “passion”u mu, yoksa; bence çok zihni ve çok “speculatif” olan özel kuramı mı sebep olmuştur? (…)

(…) İdealimiz hayatı süslemeye yarayan, toplumla bağı bu yoldan kuran resim çeşidine varmak olmamalıdır. Eğer sanat dini ödevini bıraktığı günden beri toplumun saygısını ve toplum içindeki yerini yitirmiştir sanılıyorsa, her halde bu denli süslemeye yarayan ödevler almakla şirin görünmeye kalkışmakla, eski durumunu elde edemeyecektir. Sanatı, hayatı kuşatmaya bu hesapçı ve akılcı yoldan zorlamak boşunadır. Bu türlü davranışlar, sanatın amacını tüm yitirmekten başkasını getirmezler. Gerçi ressamın araştırmaları aklın o berrak süzgecinden de geçmelidir. Öyle ki; her buluşun, her adımın değerlendirilmesi, bunların sanat olup olmadığının belirmesinde aklın rolü payı vardır. Örneğin; bir tuvaldeki elemanlar, toptan plastik değerler dediklerimiz, pek ala zihni bir yoldan, plastik etki yapacak şekilde değerlenmiş olabilirler. Bunun bir saf görüş olayı olduğunu ve bu düzenin kendiliğinden hiçbir değer taşımadığını, sonunda bunun bir eser değil, elemanların istifinin bir deneyi olduğunu belirtmeye akıl da yardım edecektir. (Bizim eski yazı ustalarının duvara asılan soydan eserleri bu cinstendir.)

Nihayet çalışırken spontane olup olmadığımızın kontrolü, yani tuvalde elde etmeye yöneldiğimiz etkinin fantezimize karşılık olup olmadığını? Zihin tekrarlamasıyla mı? Yoksa fantezimizin yarattığı ile mi? doğmakla olduğunu, anlamamızda, aklın rolü inkar edilemez. Boyna tekrarladığımız spontane olmayı bir iki geçmiş ustanın işi üzerinde konuşalım: Bilindiği gibi illüstrasyon, bir metne sadık kalarak, o metnin ya da olayın resmini yapmaktı. İllüstrasyonda metne, olaya sadık kalmak zorluğu, yaratmaya karşı önemli bir engeldir. Ama, sanatçı vardır ki, metni, olayı, kendine göre ve yaratıcılığı içinde değiştirmeye muvaffak olur. Bu andan itibaren bu kişi illüstrasyoncu olmaktan çıkar. Çünkü metin ve olay bahane olmuş, sanatçı fantezisinin formu doğmuştur. Goya’nın “Harp Faciaları” gravür sergisinde, daha ilk bakışta gördüğünden fazlasını ve başkasını çizdiğini fark ederiz. O halde Goya bu kanlı olaylar karşısında objektif kalamamış, olaylar üstüne olan kendi yargısını, kendi görüş ve duyuşunu koymuştur. Diyoruz ki, Goya bu gravürlerde spontane olmayı başarmıştır. Daumier’nin Don Kişot üzerine olan resimleri onun da illüstrasyonu nasıl aştığına güzel bir örnektir. Daumier resim yaparken spontane olabilmiş. Bunun gibi, bir “izm” de eninde sonunda bir çok sanatçıları etkileyen ortak bir fikir, ortak bir düşüncedir. O, “izm” kendimize göre yorumlamadığımız ve “izm”i kişiliğimiz açısından ele almadığımız resimlerimizden belli oluyorsa, bir metne sonuna kadar sadık kalan illüstrasyoncu gibi olduğumuz, yani, spontane olamadığımız anlaşılır. Şimdi bir yol da günün resmine ilişelim: Günümüzün her sanat “izm”i “soyut, non-figüratif, non-objektif, taşist ne türlü isim alırsa alsın” derin surette insani kalmak zorunluluğundadır. Ne insan üstü, ne şu, ne de bu. Ve günün resmini kendi özel kuramlarımızla ele alırken bizim de derin surette insan kalmamız gerekir. Evet, ayaklarıyla toprağa basan, ateşle su ile kardeş olan o insan. İlkel olmak mı? Fakat, bunca entelektüel çabalarımızla nasıl olacak bu? Zor olan da bu ya. Zoraki ilkel, sahte olanı, tahammül edilmez bir soğukluk olur. Fakat her büyük ustaya bakın, tuvalinde daima entelektüel olmaktan -suni olmadan, türlü surette- kurtulmuştur. Bu kurtuluşa erişmek için şu büyük ayrıntıyı, o kalın duvarı yıkmak gerekir. Ta ki; insanla bir olan, insanın onda kendi yankılarını bulduğu, yaşadığı, içimizde ve dışımızda aynı anda var olduğu (halde yitirdiğimiz) dünyaya erişinceye kadar, yıkmak her şeyi atmak lazım. 19. yüzyıldan beri işaret edilen fakat şimdi şimdi keşfedilen belde budur. Artık insanla doğa diye bir ayrımı koymamak gerekir.

Tecessüslerimiz, incelemelerimiz öylesine ileri gitmişti ki! Karşıdan kendimizi seyir etmeye bir yol koyulmuşuz artık. Gel gör ki, bir daha kendi cismimizin içine girip canlanmaya, yeniden hayata kavuşmaya yol bulamaz olduk. Benzetmeci resim artık tükenmiştir dediğimiz zaman kıyamet kopuyor. Bunca bilgi, bunca görgü, şu milyon kere seyir edilmiş ve seyir edile edile iyice kendimizden ayırdığımıza, yeniden kavuşmak ha. Olmaz öyle şey diyorlar. Duvar bunlar işte. Yıkılması gereken duvarlar. Söylemeye bile lüzum yok; Benzetmeci resim artık tükenmiştir. (…)

Huzursuz, tedirgin mücadeleci, kavgacı dediğimiz insan tipleri vardır. Bazen de, deli dediğimiz bu insanların gerçekte büyük yaratıcı ve sanatçı oldukları, sonradan eserleri ile anlaşılmıştır. İlk bakışta hayati gerçeklerle ilgisini yitirdiğini sandığımız bu tipler, bu deliler, cin çarpmışlar ordusu, gerçekte normal dediğimiz insanlardaki çok daha fazla hayati gerçeklere ilişkindirler. Huzursuzlukları sadece kendi adlarına, sadece kendi hesaplarına değildir. Ebedi tedirgin, ebedi huzursuz, ebedi mücadele içinde olan insan için, onun uğruna adanmış bir mücadele içindedirler.

Tedirginlik huzursuzluk ve daimi mücadele onlar için bir gerilim, bir hız alma alanıdır. Pratik hayatın, korunma iç güdüsünün geliştirdikleri ile, tamamen uyuttuğumuz, gerçek insanın, dünya ile asli münasebetleri kurulu (ne fena, ne de iyi olmayan) insanın nefes alabilmesi için mücadele halindeler. Yaratma anında entelektüel ilgilerinden tabii surette kurtulup ilkel olabilmesi, hayatın gerçek kaynağına inebilmeleri o tedirgin ve huzursuz geriliştedir. Yaratıcı olmaksa, uyuttuğumuz, hapsettiğimiz insana, kendini serbest hissetme, aykırılıktan, yalnızlıktan kurtulma çaresidir. Eğer sanatın toplum içinde (bir türlü iflas etmediğini tükenmediğini gördüğümüz felsefe ile birlikte) bir yeri varsa, bu onların her devirde, en berbat şartlara rağmen yaratıcı olmalarından, yaratmış olmalarındandır. Yani hapsedilen, uyutulan yalnızlığa, çaresizliğe, aykırılığa mahkum edilen insana bir yaşama şansı, bir nefes alma imkanı verebilmiş olmalarındandır. Daha da doğrusunu isterseniz, yaratıcı kudreti, içimizde uyuklattığımız vahşinin canlanıp dirilmesinde, onun bir tohum gibi kendi üzerine kıvrılıp uyumaktan kurtaran davranışta bulabilirsiniz.

(…) Benzetmeci resim objeleri teker teker görmek değildi. O da eşyaları bir görüş birliğinde buluşabilen kaynaşabilen yönleri ile alıyordu. Bunun, resmin bütünlüğü, birliği için lüzumlu olduğu söylenirdi. Yani eşyaların çeşitli, (elma, armut, kumaş, çanak gibi) renk ve biçim aykırılığı, bütünlük eksikliği doğurur da. Fakat salt, eşyalar arasındaki şekil ve renk farkını gideren, onları birbiri ile uzlaştıran her hangi bir buluş, bir çare tuvalde bütünlük sayılan bir metot, acaba sanatçıyı başarıya ulaştırır mı dersiniz? Hayır. Eşyaların böyle bir trükle tuvalde uzlaşmış olması, bağdaşması boşuna bir çabadır. Asıl olan yaşanan gerçeğin ne olduğunu belirtmek üzere, her eşyanın ifade birliği kurması, kuvvetlenmesi duyunun belirmesine dil olacak şeklide kendi kimliğini terk ederek form haline gelmesiydi. Eskiler yaşamayı (iyi görme) ve (doğru görme) diye belirttiler. Gerçekte eğer (doğru görme) veya (iyi görme) diye bir şeyin peşinde olsalardı yaptıklarının ardında kişiliklerinin silinmesi ve kim çizerse çizsin daima aynı şeylerin ortaya çıkması gerekirdi. Benzetmeci resimde herkes doğruyu, kendi yaşadığı gerçeği belirtecek resim, yaşamanın gerçek olduğuna, doğru olduğuna, bu eşyaları aynı ifade birliğinde toplayıp kuvvetlendirecek (neyle kuvvetlendirecektir? Tabii iç gerçeği ile) önümüze sermekle inandırdı. Bugün bu dolambaçlı yola hiç de lüzum kalmamıştır. Bir soyut biçim eğer yapanın yükü ile kuvvet kazanmışsa o da bir formdur. Yaşanan gerçeği veren form Cézanne’ın duyuları, düşüncesi ile kaynaşan ve coşan cinstendi. Realitenin özünde kendi geometrik idealini keşfetmesi, kainatı kendi duygusunun doğruluğuna şahit kılacak kadar inandırıcı olmuştur. Cézanne özel kuramlarına yaşanan bir gerçeğin ifadesine ulaştırıcı yol olarak bakmak gerekirdi. Ne yazık ki, onun sanatında geleceğin tohumunu bulanlar (kübistler), eşyanın ya da maddenin aslını görmek çabasını öylesine ayrı, öylesine ters bir yola sürüklediler ki; bu artık bir duyarlık, bir yaşama olmaktan çıktı. (…)

Yaşanan gerçeğin, o çok güç ve zorlu bir çaba ile beliren gerçeğin, tuvalde form haline gelmesi için ister benzetmeci, ister soyut yoldan gidilsin yaşanılandan uzaklaşıldığı, onun belirmediği hallerde, türlü madrabazlık yollarına sapıldığı ve bunlara “maddenin tabiatını bulmak”, “fezanın keşfini haber vermek” şeklinde masallar uydurulduğu bilinen şeylerdir. Şaşkınlardan başkasının bu masallara kulak astığı yok: Bugünün ressamı için doğa geniş bir birliktir. (…)

Orta çağda olduğu gibi doğa ile insan arasında Allah yolu ile bir bağ da düşünülemez. Fakat bizi ona bağlayan Allah fikrini terk edince bu sefer de bilinmez hangi şeytanın iğvasına kapılıp ya onu -doğayı- yenmeye, ya da, kökleri belki de orta çağda olan bir korunma içgüdüsüyle ondan kendimizi korumaya kalkışmışız. Halbuki, onun içine girmeliydik. Kaçıp korunmanın sonucu kendimizi öz varlığımızı yitirmekten başka ne getirdi bize? (…) Sanatçı olmak, sanat yapmak akla düşman olmayı gerektirmez. Yaşanan gerçeğin bir form halinde belirmesi hayattan alınmış, yaşamaya sürüklenmiş bir varlığın çıkışıdır. Bizim yarattığımız, ağacın meyvesi gibi değildir. Bu meyvenin gayesi vardır. Ağacınkinden çok başka gayesi. Bu gaye onu doğanın dışına fırlatabilmektedir. Ekseri aldandığımız nokta, eserin doğanın gayesi dışına fırlaması halidir. Onun için bilhassa içimizden geldiği gibi yaratmaya özeniyoruz. Ama o takdirde kendi dışımızda bir doğa, bizden ayrı duran bir doğa düşünmüş olmuyor muyuz? Ve toprak, güneş, yağmur istemeden meyve vermeye kalkışacak ağaç olmayı düşünüyoruz. Evvelce de söylemiştik, kendi başına içimiz bir değer taşımaz. İçimizle münasebet kurucu aracı, ona hayat vereni kesip atamayız.

Biçimle ve renklerle bir gerçeği yaşamasını bilenler o yaşanan gerçeği formlarla belirtebilirler. Ve, bu formlar asla benzetmeci değillerdir. Bu formların kudretleri çok büyük olmakla beraber elde edilmeleri de o nispette güçtür. Bu formların fizik elemanları çizgi, renk, biçim vesairedir. Bu elemanların artistin elinde -aşk, iptila, cinsi duygu ve ihtiraslardan tutun da dünyaya, kainata verdiği anlama kadar- yaşamın ifadesi olduklarını görmekteyiz. Formun fizik elemanları ressamın idealini belirtirken, bu idealin ifadesine elverişli bir, texture’e=dokuya ve structure’e=tertibe, düzene yönelirler. Bu düzen, tertip=structure ve doku=texture artistin idealinden başka hiç bir şeye benzemez. Bir şeye benzetilmeden, kendilerine mahsus ifadelerini doğrudan doğruya duyarız. Şu halde bir tuvalde görüp beğendiğiniz ve iyi düzen, güzel, iyi doku dediğimiz o artistin idealine, bu idealin ifadesine elverişli olanıdır. Bu düzen bu doku başka bir artistin, artistik idealine hiç de elverişli olmayabilir. İtiraf edelim ki, insanla bir olmuş doğanın, insanla münasebetlerinin hangi düzenle, hangi doku ile ifade edileceği, hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğu sanatçının uzun didinmeleriyle, çalışmalarıyla bulunur. Fikir ve aklın icadı kupkuru düzenlerle değil. (…)

Yaratma anında spontane olmak problemini anlatmaya çalışırken, bu durumla ilgili bir çok şeylere ve günün resim anlayışına, tuttuğumuz, savunduğumuz yeniye de iliştik. Bir de şunları söylemeden geçemeyeceğim. Paris kargaşalığının, bu büyük kozmopolit şehrin her esinti, her modasına, ne türlü olursa olsun, hiç yorumlamadan kendimizi açık koymamız var ya, işte bu çok kötü. Orada resim sermayedarlarının ekseri kendi çıkarlarına dayanan sebeplerle ortaya attıkları, parayla tutulmuş yazarlar ağzı ile durmadan savundukları, sahte yeniler ve yenilikler (şu zihne çok yatkın düşen dahiyane! fikirler) etkisinde kalanlara çok yazık oluyor doğrusu.

Bunun gibi, resmin yalnız dokusuna, texture’e ait bir yönü ya da inşaya stucture’e ait bir yönü alıp, önemi yeni keşfedilmiş bir şeymişçesine üzerinde sözler etmeyi bir tuhaf buluyorum.

Sonra, Paris’e sık sık gidenler ve buradan gücünün yettiği kadar Paris’e kulak kabartanlar arasında öyleleri var ki, günlük esintilerin içinde bunalmış gibidirler. Altı ayda bir değişen sanat havasını nasıl ve nice kollayacaklarını bir türlü kestiremez oldular. Gerçekten de ressamlarımızın bir kısmı bu değişen esintilerle şaşkına dönmüş gibidirler. Umutsuzdurlar ve “Bu memlekette resim yapılmaz” kanısına saplanmışlardır. Esintilerle, resim gerçeğinin ayrı olduğunu bilselerdi, kendi tecrübe ve kendi çabalarına dayanan sağlam birer kanıya sahip olsalardı, umutsuzluktan kurtulur, günün resmini burada da yapabileceklerini anlarlardı.